14 Mart 2011 Pazartesi

Benim Kadar Üzülmeniz İçin, Benim Kadar Sevmeniz Lazım...


Yanlış anlaşılmasın bu resimler başarısızlığı; birinin sinema kapatmasını, bir diğerinin sigara içmesini, ötekinin sakız çiğnemesini bahane olarak göstermek için konulmadı.Bu kadar sığ değiliz zira.Bunları aşalı çok oldu.Bu resimlerle vurgulanmak istenen ciddiyetsizlik,mesleğe saygısızlık ve formaya sallamamazlıktır.

4 Mart 2011 Cuma

Kurucu Ruh "Erbakan Hoca"

Sanayi devriminden nasibini almış Fransız entelijansiyası şoktaydı. Çıkış yolu arıyorlardı. Hepsi yekvücut olmuş aynı sorunun cevabını düşünüyorlardı. Zira travmaları büyüktü.

-Her şeyi seri üretime çeviren acımasız sanayi devriminde sanat nasıl ayakta kalacaktı? 

Haksızda değillerdi. Çünkü seri üretime geçen her şey değerini yitiriyor, ruhunu kaybediyordu. 

İşte bu zor günlerde aradıkları sorunun cevabını Rus edebiyatında buldular. Gogol, Dostoyevski, Tolstoy ve son yüzyılda eser vermiş tüm Rus edebiyatçılarının eserlerinin neredeyse hepsi klasik haline gelmişti. Seri üretim yapmasına rağmen sanatsal açıdan değer kaybetmiyordu. 

İşte bu sorunun cevabını ilk ağızdan öğrenmek amacıyla Fransız bir gazeteci Rusya’ya gitti. Ve o soruyu iyice yaşlanmış olan Dostoyevski’ye sordu. Aldığı cevap geldiğine değmiş. Kendisini tatmin etmişti.

Dostoyevski cevabı şöyleydi;

-Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık.

Bu cevap şu demekti. Gogol öyle büyük bir kurucu ruhtu ki onu takip edenlerin hepsi seri üretim yapan bir fabrikası gibi üretiyorlardı. Ama üretilen her bir parça sanki dokuma tezgâhında günlerce işlenmiş gibi bir ruh, bir sanat taşıyordu.

İşte Erbakan’da böyleydi. Öyle büyük bir kurucu ruhtu ki Türkiye’de ki Müslüman, İslamcı camianın çoğu onun paltosundan çıktı. Onun başlattığı rüzgâr bir camianın üzerindeki tozu toprağı aldı götürdü. 

Ne mi yaptı?

Misal 1970’lerin başında Erbakan’ın kurduğu “Yeni Devir” ve “Milli Gazete” sayesinde, İslamcılığı savunan eli kalem tutanlar insanlar yaşama şansı buldu ve yeşerdi. Kimler yazmadı ki bu gazetelerde; Sezai Karakoç, İsmet Özel, Necip Fazıl, Hakan Albayrak, Cemil Meriç… Ve bugün okuduğunuz daha niceleri.


Gene aynı yıllarda başlattığı "Milli Görüş" hareketi sayesinde siyaset dünyasına kazandırdıklarından bahsetmeye gerek bile yok sanırım.


Akademi camiası içerisindeyken kurduğu gümüş motor ile çalışan pancar motor şirketi ile teknik dünyaya kazandırdığı isimler arasında Üzeyir Garih’i saysak yeter sanırım.

Anlayacağınız 19.yydan ta 1970’lere kadar ümmetin Türkiye kanadındaki dip dalgasını yenen çok büyük bir kurucu ruhtu.

Gerçi onun paltosundan çıkan herkesin her yaptığının övüyor, destekliyor değilim. Hatta bazılarına Mevla biliyor çok kızıyorum. Âmâ bu çok önemli değil. Zira bir öğretmenin tek tek öğrencilerine bakmak basitliktir. Burada genel ortalamaya ve gelinen noktaya bakılır.

200 yıldır sürekli kaybeden, dövülen, öldürülen, asılan ve özgüveni tamamen yok olan bir camiayı 40 senede buralara taşımak başarı falan değil ancak ve ancak mucizedir ve Erbakan gibi kurucu ruhlara yakışır.

Şahit ol Yarabbi. Ve sen onun mekanını cennet eyle...

entropi 

24 Şubat 2011 Perşembe

Yumurta

































öldüğünde eve gitmek üzere yoldaydın.

araba kazası oldu. ölümcül bir kaza olmasının dışında sıradışı birşey yoktu. geride karını ve iki çocuğunu bıraktın. acısız bir ölümdü. ilk yardım ekipleri seni kurtarmak için ellerinden geleni yaptılar ama fayda vermedi. vücudun tamamen paramparça olmuştu. inan bana ölmen daha iyiydi.

ve işte benimle karşılaştığın zaman o zaman.

“ne… ne oldu?” diye sordun. “nerdeyim?”

“öldün,” dedim. hiç sözü uzatmadan.

“bir kamyon vardı… kontrolden çıkmıştı…”
“evet” dedim.

“ben… ben öldüm mü?”

“evet. ama kendini kötü hissetme. herkes ölür,” dedim.

etrafa baktın. hiçlik vardı. sadece sen ve ben. “burası neresi?” diye sordun. “ölümden sonraki hayat mı?”

“daha fazla veya daha az” dedim.

“sen tanrı mısın?” diye sordun.

“evet” dedim. “ben tanrıyım.”

“çocuklarım… karım,” dedin.

“ne olmuş onlara?”

“iyi olacaklar mı?”

“işte görmek istediğim bu,” dedim. “henüz demin öldün ve tek endişen ailen. bu güzel birşey.”

büyülenmiş gibi bana baktın. sana göre ben hiç tanrıya benzemiyordum. sıradan bir adam gibiydim. veya bir kadın. muğlak bir otorite gibi, belki. yüce bir yaratıcıdan çok bir edebiyat öğretmeni gibi.

“merak etme,” dedim. “iyi olacaklar. çocukların seni hep iyi hatrlayacaklar. büyüyüp seni hor görmeye vakitleri olmadı. karın belki ağlayacak, ama içten içe rahatlayacak. açık konuşmak gerekirse, evliliğin zaten yıkılmak üzereydi. bir teselli olacaksa eğer, ölümünden sonar rahatladığı için çok pişmanlık duyacak.

“oh,” dedin. “peki şimdi ne olacak? cennete mi cehenneme mi gidecem?”

“hiçbirine,” dedim. “reenkarnasyon geçireceksin.”

“ah,” dedin. “demek hindular haklıymış,”

“bütün dinler kendi içlerinde doğrudur,” dedim. “yürü benimle.”

boşluğa doğru büyük adımlarla yürüdük. “nereye gidiyoruz?”

“belirli bir yere değil,” dedim. “yürürken konuşmak güzel.”

“e o zaman bütün bunların amacı ne?” diye sordun. “yeniden doğduğumda, boş bir yazboz tahtası olacam, değil mi? bir bebek. önceki hayatımda yaptıklarımın ve öğrendiklerimin hiçbir ehemmiyeti olmayacak.”

“öyle değil!” dedim. “önceki yaşamlarında edindiğin tüm bilgiler ve deneyimler seninle birlikte. sadece şu an onları hatırlamıyorsun.”

durdum ve seni omuzlarından tuttum. “ruhun hayal edebileceğinden çok daha muhteşem, güzel ve devasa. insan aklı varlığının sadece küçük bir parçasını ihtiva eder. bu su dolu bir bardağa parmağını sokup sıcak mı soğuk mu olduğunu öğrenmek gibi birşey. küçük bir parçanı koca bir tanka koyuyorsun ve çıkardığın zaman o tanktaki bütün özütü almış oluyorsun.”

“son 48 yıl boyunca bir insan oldun, ama o engin bilinçaltını henüz tam anlamıyla genişletebilmiş değilsin. burada biraz fazla vakit geçirecek olursak herşeyi hatırlamaya başlayacaksın. fakat bu iki yaşam arasında bunu yapmanın hiçbir anlamı yok. “
“öyleyse kaç defa reenkarne oldum ben? “

“oh çok fazla. çok çok fazla. birçok farklı hayata doğdun.” dedim. “bu defa, milattan sonar 540 yılında yaşamış çinli köylü bir kız olacaksın.”

“ne? ne dedin?” diye kekeledin. “beni geçmiş zamana mı gönderiyorsun?”

“teknik olarak evet. zaman, bildiğin üzre, sadece sizin evreninizde var. benim geldiğim yerde durumlar farklı.”

“nereden geliyorsun?” diye sordun.

“oh tabiikı,” dedim “biryerlerden geliyorum. başka bir yerden. benim gibi başkaları da var. biliyorum oranın nasıl olduğunu bilmek isteyeceksin, fakat açıkcası anlatsam bile anlayamazsın.”

“oh,” dedin, biraz sakinleşerek. “ama bir dakka. eğer her defasında değişik zamanlara doğacaksam, zamanın bir noktasında kendimle karşılaşabilirim.”

“tabiiki. sürekli olur o. ve her ikisi de sadece kendi yaşamlarının farkında olurlar.”

“e o zaman bütün bunların anlamı ne?”

“ciddi misin?” diye sordum. “ciddi misin? bana yaşamın anlamını mı soruyorsun? birazcık klişe bir soru değil mi?”

“ama makul bir soru,” diye yanıtladın.

gözlerinin içine baktım. “hayatın anlamı, bütün bu evreni yaratmamın nedeni, olgunlaşman.”

“insanlığı mı kastediyorsun? olgunlaşmamızı mı istiyorsun?”

“hayır, sadece sen. bu evreni sadece senin için yarattım. her yeni hayatta büyür, gelişir ve olgunlaşırsın. her defasında idrakin daha da artar.”

“sadece ben mi? peki ya diğerleri?”

“diğerleri yok,” dedim. “bu evrende, sadece sen ve ben varız.”

boş gözlerle baktın bana. “ama yeryüzündeki bütün insanlar…”

“hepsi sensin. senin farklı reenkarnasyonların.”

“bir dakka. ben herkes miyim!?”

“işte şimdi anlamaya başladın,” dedim, sırtına hafif vurarak.

“yeryüzünde yaşamış her insane ben miyim?”

“veya yaşayacak her insan, evet.”

“ben abraham lincoln’üm.”

“ve onun katili john wilkes booth’sun” diye ekledim.

“ben hitler’im” dedin, korkuyla.

“ve onun öldürdüğü milyonlarsın.”

“mesih miyim?”

“ve ona inanan insanlarsın.”

sessizliğe gömüldün.

“ne zaman birine zulüm ve haksızlık etsen,” dedim, “kendine zulüm ve haksızlık ediyordun. yaptığın her iyiliği, kendin için yapıyordun. herhangi bir insanın yaşadığı her mutluluk ve üzüntüyü sen yaşadın veya yaşayacaksın.”

uzun sure düşündün.

“neden?” diye sordun bana. “neden bütün bunlar?”

“çünkü birgün, benim gibi olacaksın. çünkü sen busun. sen bendensin. benim çocuğumsun.”

“nasıl olur,” dedin, kuşkulu bir şekilde. “benim tanrı olduğumu mu söylüyorsun?”

“hayır. henüz değil. henüz ceninsin. hala büyüyorsun. her insanın hayatını yaşadıktan sonra, doğmak için hazır hale gelmiş olacaksın.”

“o zaman bütün bu kainat,” dedin, “bu sadece…”

“bir yumurta.” diye cevapladım. “şimdi senin için yeni bir hayata doğma zamanı.”

ve seni bir sonraki yaşamına gönderdim.

NOT: Yazının ingilizce orijinali şurada:

1 Şubat 2011 Salı

Siyah Kuğu Eşliğinde Zevâl Ve Kemâl

























Mükemmele kusursuz olana ulaşmak ne büyük bir hastalıktır. Ne imkânsız şeydir. Zira ulaşmak için kendinizden bir şey kalmayıp, ulaşılmak istenenin kendisinin olunması gerekir. Hem kendinizle hem ulaşılmak istenenle yüzleşmek gerekir. Tanımak gerekir. 

Zor şeydir; tanımak ve yüzleşmek. Ve her daim acı verir. Hem şu koca beşeri tarihin en büyük gayesi değil miydi? Kişinin kendini tanıması… Yunusun dediği gibi “kendini bilmesi”.

Aronofsky'nin son filmi Black Swan (2010)’da yani Siyah Kuğu’da tam da bu kusursuza ulaşma hırsının hakikatine temas etmiş. Zira hakikatle kucaklaşılmaz anca temas edilir.

Bir batı ile doğu çıkmazı daha. 

Çalışkan batı. O kadar çalışkan ki kusursuza ulaşırken aldığı hazdan, insanı ve ona dair tüm iyi şeyleri yok ettiğinin farkında olmayan batı. Kusura, zevâle tahammül edemeyen bir zihin… Her daim kemâli arayan bir düşünce yapısı. Yanlış anlaşılmasın bu kemâli arama ahlak da, meleki özelliklerde değil. Bilakis hayvani yönlerimizde; hırsta, kibirde…

Sanırım Dücane Cündioğlu’ndan işitmiştim; İyi bir sanat eseri, müzik parçası veyahut da bir resim tam algılayan bir kişi o anda ölüverir diyordu…

Çok haklı mükemmel ve  kusursuz olan tam olarak algılandığı an öldürür insanı.
İşte bu yüzden ta dokuz asır evvelinden Tebrizli Şems bu hakikatle meşgul olmuştur. “Kusur görene aittir” demiştir. Mükemmele ulaşmaktansa kusuru görmemekle, kusuru gören yanlarımızı ehlileştirmekle uğraşmıştır. Ne büyük bir felsefe, ne büyük bir düşünce, ne büyük bir ahlak.

Zira sakın bunu tembelliğe, atalete yormayın. Mükemmele, kusursuza ulaşmak için kaybedilecek iyi şeylerin önceden farkına varma olarak değerlendirin.

İtiraf etmek gerekirse filmin başlarında, zirveye ulaşmak için sarf edilen azim, bu azmin dönüştüğü hırs ve hatta kan dökmeye kadar giden tipik bir kişisel patlama filmi olmaya doğru gitmesi beni kaygılandırıyordu. Ama yönetmenden emindim, zira bu zamana kadar yaptığı filmler yanıltmamıştı. 

İzleyicisine istediği tatlıyı değil, ihtiyacı olduğu acı reçeteyi vermeye alışık bir zihin aynısını bu filminin sonunda yapmış. İzleyeni ters köşeye yatırmıştı. 










Bu yazıda filmin başrol oyucusu hatta başrol yaşayanı olan Natalie Portman'dan bahsetmemek olmaz. Aynı bedende hem iyi, hem kötü, hem korkak, hem cesur sadece canlandırılmayla anlatılmazdı. Oyuncuda bunu fark etmiş olacak ki canlandırmamış, hissetmiş ve yaşamış.  
  
Kitleler çocuk gibidir. Çoğunlukla kendilerini verilen acı reçeteyi değil, bilakis faydasız çikolatayı seçerler. Bu nedenle 2011 Oscar ödülünü kim alır bilinmez. Ama hem yönetmen, hem Natalie Portman hem de filmin kendisi çoktan hakketti bu ödülü…

Not: Bu yazıdan etkilenen filmi izlemek isteyen tertemiz kardeşlerim bilsinler ki; film henüz ülkemizde gösterime girmemiştir. Ve filmde bolca cinsel içerikli sahne ve argo kelimeler kullanılmıştır. Eee bilmek, fark etmek kirletir insanı.


entropi
Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız

3 Ocak 2011 Pazartesi

Free Zone - Amos Gitai



Filmde kullanılan 'Had Gadia' şarkısı , İbranice bir çoçuk tekerlemesidir. Tıpkı bizim 'inek içti' tekerlemesi gibi...Ama bir farkla bu tekerleme bu dilde söylenen en güzel şey olmalı. Özelliklede şu günlerde.

Seni unuttuğumu hatırlayamıyorum


Memento; 2000 yapımı olan bu Christopher Nolan filmi, yönetmenin tüm diğer filmleri gibi en az 2 kere izlemeniz gereken filmlerden.

Sakın sizde izledikten sonra montajda sahnelerin yerini karıştırmış zannına kapılmayın.