20 Aralık 2010 Pazartesi

Bir Pazar Akşam Üzeri Umarsızca Uzanmak Yâda Starbucks’da Mocha Frappucino

Starbucks ‘u seviyorum. Her şeye, her gelene rağmen. Nedensiz bir tutku gibi.

Özellikle “mocco frappucino” su harika ötesi. Kahvenin üzerinde dıştan ama bir o kadar da kahveye dâhil mocca sosu. - Son yılların en mükemmel icadı olsa gerek. - Mocca’nın üzerinde bir de kar haline getirilmiş bu soğukta bile iyi giden buzlu krema.














Hele birde kahveyi elinize aldığınızda, avucunuzun ayalarını ısıtan o sıcaklığı yok mu? Sevdiceğiniz elinden sonra ki en iyi ısınma alternatifi. Bebeğin, Boğaziçi’nin orta yerinde soba borusu ile köy evi kıvamında ısınma hissi.

Burada ki insanları da seviyorum. Alper’i… Evlilik hazırlığı yapan absürt, çocuksu değil bilakis çocuğun ta kendisi olan o çifti – her ikisini de – ... Yan tarafımızda İngilizce kasan ve fakat Fransızca havası veren gençleri… Köpeği ile oynaşan kadını… İkonografik türbanlıyı… Hepinizi seviyorum. Din, dil, ırk lehçe ayırt etmeden. Kardeşçesine. 

Kahvenizin üzerine ekebileceğiniz şekerlerin bile çeşitleri var burada. İsterseniz kahverengi, isterseniz bildiğimiz beyaz şeker, isterseniz de diet yapanlar için sarı şeker. 

Lokum. Kahvenin yanında alabileceğiniz seçkin bir aksesuarda. Çifte kavrulmuş kakaosuyla, damağa çeyrek kala eriyik hale gelmesiyle çok iyi bir tamamlayıcı.  

Tatlılarından bahsetmemekte olmaz tabii. Tatlı dediğim az evvel bahsettiğim lokumla karıştırılmasın lütfen. Zira burada ki tatlılara aksesuar yâda tamamlayıcı denemez. Kahve almadan da deneyebileceğiniz ama kahveyle birlikte de müthiş bir uyum içinde olan başlı başına bir ürün. Gerek browni çeşitleri, gerek turtaları gerekse de meyveli dilim pastaları, kahve ile alacağınız hazzın klasmanını 2 hatta 3 gömlek yukarı yaşıyor.

Ev sıcaklığında burası. Balkonu da var, koltuk takımında kahve içme imkânı da, arzu ederseniz masada sohbet etme olanağı da yâda ne bileyim “Number One” da “Şhakira” dinleme keyfi… Ne isterseniz o var. Ve tabii her ev gibi kahvenizi de kendiniz almanız gerekiyor. Self servis durumundan şikâyetçi olup “Biz kalktık mı işemeye kalkarız. Bir de kahveyi çayı da mı kendimiz alalım kardeşim? ” türünden söylenmeleri olan orta yaşlı amca dahi  sonlara doğru sevdi burayı.

Yerinizden kalkıp siparişinizi verdikten sonra isminizi alıp, kahvenin üzerine isminizi yazıp, hazırlanınca gayet sıcak bir hitapla “Falanca bey kahveniz hazır” demeleri de muadillerinde olmayan ve onları ayrı bir kategoriye taşıyan güzelliklerden bir diğeri. 

Pek tabi ki güvenlik endişesi burayı da sarmış. Bazı uygulamalarında, güvenlik – özgürlük dengesinde güvenlik yana tavır alınmış. İş bu nedenle tuvaletleri de şifreli hale gelmiş burasının. – ki burada tuvalete tuvalet denmiyor, lavabo deniyor - Dışardan gelenler kullanmasın, içerde bulunan gerçek müşteri güvenliğine tehdit oluşturmasın diye. Bebek şubesinin şifresi ise 8896 dır efendim.

Kahvenin yanında su getirilmemesinin de Türk adetlerinin tam tanınmamasına veriyor ve göz ardı ediyorum. Zira bu kadarcık kusur kadı kızında da olur.

Son olarak İstanbul’da ki en iyi şubesini ve favori menümü vererek bitiriyorum.

İstanbul da ki en iyi mekânı denize sıfır avantajı ile tabi ki Bebek Şubesi.

Tavsiye edebileceğim menüsü ise; kahverengi şekerli ve kokao likörlü lokumu ile beraber alınmak kaydıyla  mocco frappucino ve kakolu alt taban üzerine yayılmış vişneli dilim pasta. Sadece 14 lira efendim. Afiyet olsun. Sağlıcakla ve ışıklar içinde kalın.

Not: Bu yazı için kızmayın efendim. Eğlenceli ve ironik olsun ve sizi sıkmasın diye, Pollyanna Sosyal Demokratı tadında bu dille kaleme alınmıştır.

entropi 

22 Kasım 2010 Pazartesi

Özer Özel - Demedin mi?

İşte Hayat


Kader adına bir kitap dolusu, cümleye değer bir fotoğraf. Ama genede her şeye rağmen fotoğraftakine değilde, çekene yarar. Alınacak ödül, para ve belkide ardından gelecek kariyer fotoğrafçısını yarayacaktır.Tıpkı Afrikada açlıktan ölmekte olan sıska bebeği yemek için bekleyen akbabayı çeken Fransız fotoğrafçının fotoğrafı gibi...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Ayrılış
















Köfte yaptım, ellerimdeki kadere ve soğana razı oldum…

Ve fakat yine, yeniden “akıntıya” bir türlü dâhil olamadım. Sorun nehrin derinliğiyle, genişliğiyle yâda akıntının şiddetiyle alakalı değil, zira onlar sonraki aşama. Sorun “suyla” alakalı. Suya giremiyorum.

Bilenler bilirler ki; “yüzme” soğukkanlı davranarak, bekleyerek yâda ne bileyim yavaş yavaş öğrenilmez. Yüzme öğrenmesi gereken çocuk alelacele, bağırışlarla suya atılır. Asla acınılmaz. Çocuk suda çırpınırken, “ha boğuldum ha boğulacağım” derken yüzmeye başlar. Yoksa suya alışayımla falan uğraşılmaz.

Zira insan cennete aittir, “değişiklik” falan istemez aslında. İstediği tam olarak “güven” ve “rutindir”. Değişiklik gibi şeyler “nefse” zarardır. “Korkuya”, “kaygıya” ve “ümitsizliğe” yol açar. “Travmatik” sonuçları dahi olabilir.

Değişiklik “ayrılıştan” gelir aslında. Herhangi bir şeyi “terk etmeden” değişiklik olmaz.

İnsan önce cennetten ayrıldı. Sonra ana rahminden, sonra anne sütünden yani memeden, sonra belki okula başladı anneden ayrıldı, sonra üniversitede yâda lisede evden ayrıldı, yâda belki askerde evden ayrıldı, sonra aileden ayrıldı evlendi, sonra ölümler başladı birileri ondan ayrıldı, belki annesi belki babasını tamamen kaybetti. En son ise ayrılışların en bilinmezi oldu ve kendisi de dünyadan ayrıldı.

Sonuncusu hariç tüm bu ayrılmalar bir tür travmaya yol açar. Kişiliği geliştirir, bakış açısını genişletir, bazılarında sanatsal etkilere bile yol açar ama hemen herkesi duygusallaştırır. İnsanın yaşlandıkça duygusallaşması bu ayrılıkların artmasındandır zira.

İnsan her sıkıntıda eskiye, ayrılmadan önceki hale geri dönmek ister. Bilir ki acısını ancak maziye dönmek dindirecektir. Bu yüzden “depresyona” giren birçok insan dizlerini karnına çekerek bir süre bekler. Bu ana rahminde ki ceninin duruş pozisyonudur. Tam olarak o ilk ayrılışa gitmek ister. Kendini en rahat, en güvende o pozisyonda hisseder. “Emniyet-güven” her şeydir zira. Her sorunun ilacıdır.

Bu ayrılışların faydası da vardır tabi ki. “Özgürlüğü” getirir beraberinde “özgüveni” artırır, “üretimi” artırır insanın içindeki “cevheri” ortaya çıkarır ve hatta “yetenek” bu gibi hallerde fark edilir. Hele birde sanata yol açarsa ne ala ne mutlu.

Yoksa sürekli annesinin, ailesinde himayesinde olan biri “zavallıdır”. Ne özgürdür, ne özgüveni vardır, ne üretebilir, ne de yeteneklerini ortaya çıkarabilir. Ama şurası kesin ki güvendedir, emniyettedir. İçindeki “insan” değil ama “hayvan” rahattır. Nefsi zirvededir.

İşte en kötüsü “araf” da yani arada kalanlara olur. Onlar suya girmekle girmemek arasında olanlar, nehrin kenarında, kumsalda bekleyenlerdir. Ne hayvanı rahattır, ne insanı. Ne tam özgürdür, ne tam emniyette. Zavallı bile değillerdir, adeta bir “hiçlerdir”.Araf da olup cennettekilerini izleyip,  iç geçirenlerden ,“ah keşke bende orada olsaydım ” diyenlerden farkları yoktur.

En iyisi ise su konusunu aşıp,s uya girip akıntıya da uymayanlardır. Kendi akıntısına, kendi doğrusuna gidenlerdir. Ne mutlu onlara…

Şu “kapitalizmin”, “modernizmin” hâkim olduğu dünya da kurallara uymayıp özgür olabilenler pek şanslı. İşte onlar hem “annesini” hem “karısını” idare edenler gibi sabır abidesidi olan, hem “dünyasını” hem “ahiretini”, hem hayvanını hem insanını memnun ederek kurtarabilenlerdir.

Siz siz olun ne yapın ne edin onlardan olun ama asla insanınızı hayvanınıza ezdirmeyin.

Kim bilir belki bir gün Kafka’nın “Dönüşüm” ündeki Gregor Samsa gibi yatağımızda bir “böceğe” dönüşmüş şekilde uyanırız.

entropi 

14 Kasım 2010 Pazar

Kurban - Bedel


"Kesmek” İbrahim’i bir eylem olarak bilinir şu mukaddes tarihte. Bütün kesmeler Hz İbrahim ile başlamıştır sanki. Her daim onunla anılır. Korkuyla ve ümitle. Asla ümitsizlikle değil ama.

Gördüğü rüya sonucu oğlu İsmail’i kesmeye götürende oydu. Kendi cinsel organını kesen de.

Bir rüya görüp onun etkisinde kalmak gören için bahane olabilir. Peki ya diğeri. İsmail’in yaptığı. Görmediği rüyadan kendisinin ölmesi pahasına etkilenmek.

Bazısı buna iman diyor. İnsan gördüğü şeye inanır, görmediği şeye ise iman eder…

İbrahim rüyayı yanlış yorumlayışının bedelini Allah’a koç kesmekle ödedi. Zira  “kesmek” fiilinin bir anlamına da “bedel” ödemektir. “Kesinlikle” ifadesi de “Kesmek” den gelir.  Kesip atmaktan.

Dünya tarihi de bu bedel ödemekle şekillenir adeta.

Hristiyanlar tüm dünyanın özelliklede kadınların Hz Âdem’in yediği elmanın – ilk günahın - bedeli ödediğine inanırlar. İsa’nın çarmıha gerilişini bu ilk günahın karşılığı olarak görürler ve bu travmadan kurtulamazlar.
Orta çağ Avrupa’sında kadınlar yakılması da bundandı. Güya Âdem elmayı yemeyecekmiş. Hz Havva onu ikna etmiş. Bu bedeli bütün kadınlara ödetmek isteyen zihinler, tüm kadınları antichrist (deccal) ve cadı olarak gördü. Bedelini de ağır ödetti. Sayısı bilinmeyen yakılan yüzlerce kadın.

Bu yanlış öğreti –İlk günahı Hz Havva’ya atma fikri - İsrailiyat kaynaklıdır. Asr-ı Saadet öncesi Araplarının kızlarını diri diri gömmesi de bu fikir kaynaklıdır. Sonunda ne mi olmuştur.

Batı kilise etkisinden kurtuldu. İlerledi gelişti. Kaostan Kozmosa. Karmaşadan düzene geçti. Âmâ bu yaşananlar çok büyük travmalara yol açtı. 18. Yy da batı da çok abzürd bir feminizm hortladı. Kendi bedeninin kullanılmasına tepki göstermeyen fakat anne olmaya tepki gösteren bir acayip yapı. Doğala, fıtrata direnen sonradan eklenene ses çıkartmayan bir çarpıklık.

Ve kaybolan ahlak ile onun yerine alan insanı makine gibi gören duygulardan uzak suni bir etik anlayışı. Olmayan bir adalet ve onun yerine geçen gene duygulardan uzak bir hukuk bütünü.


İlk sünnet olanın da Hz İbrahim olduğu bilinir. Kendini kestiği söylenir. Bunu,  zina yapmayacağına söz verdiğini Allaha, aralarında ki anlaşmanın sembolü olarak kendi cinsel organından bir parça vermek için yaptığına inanılır. 

İşte ev alanın, araba alanın ya da ne bileyim başından zor olaylar geçenin kurban kesmesi bundandır. Bedel ödemekten kaynaklanır. Batı tarzı travmalara yol açmayacak kısadan bir bedel ödemek. Allah’ın engin rahmetine sığınarak bedel ödemek.

Sizin de bu kestiğiniz  kurbanlar bütün senenize bütün ömrünüze bedel olması dileğiyle. Kanla ve adaletle ve illa rahmetle...

14 Kasım 2010/ Pazar
entropi

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Devrimci; İvan ERGİÇ


Devrimci; en kaba ,en saf anlamıyla mevcuttan rahatsız olan ,var olanın olduğu yeri haketmediğine inanan kişi olarakta tanımlanabilir.

Gerçek anlamda bir devrimci ise; toplumun önünde giden, çoğunluğa yada popülere uymayan, akıntının tersine gitmeye çalışan, bir işin aslından koptuğunu, amacından saptığını en önce farkedendir.

Size tam anlamıyla bir devrimciden bahsetmek istiyorum.

Bursaspor’lu İvan Ergiç’ten

Sırp asıllı birine sempati duyabileceğimi bırakın hayal etmeyi, rüyamda görsem hayra yormazdım. Bilakis rica edeceğim, bunu faşizan bir yaklaşım olarak görmeyin.Bunun pek tabiki bir yaşanmışlığı vardır.

Doksanların başında balkanlarda müslüman başnaklara yapılan eziyet ve zulüm bende bu toplum nazarında “kurunun yanında yaşıda yakmamak lazım” öğretisini öldürmüştü.


İşte tüm bu yaşanmışlıkların oluşturduğu ön yargıların bir kısmı İvan Ergiç’in Türk futbol camiası içerinde yaptıklarını görünce yıkılmaya başladı. Bir tane bile olsa bir Sırpa sempati duymaya başladım. Sanırım bu yüzden “futbol asla sadece futbol değil”.

Yaklaşık 2 yıldır Türkiye’de futbol oynamasına rağmen Türkçeyi en iyi konuşan futbolcular arasında olmasından tutun, endüstiyel futbolu bu kadar samimi eleştirmesine kadar her hareketi ile farklılık yaratan Ivan son yaptığıyla, aslında var olanın olmaması gerektiğine bizi inandırdı.

Ne mi yaptı İvan?

Gitmiş Bursaspor Mancester United şampiyonlar ligi karşılaşmasına 630 tane bilet almış ve ekonomik durumu müsait olmayan futbolseverlere dağıtacakmış.

Çoklarının aklına, devrimcilikle bedava maç bileti dağıtmanın ne alakası var diye bir soru gelecektir.

İşte onlar için bekletmeden cevap veriyorum;

Taraftar desteği için, yerini sağlamlaştırmak için, popülerliğini devam ettirmek için, yetersizliğini saklamak için v.b sebeplerle, bilet alıp bedava dağıtıp kendisine tezahurat yaptırtan futbolcu, yönetici, teknik direktör ve hatta yorumcu v.b bolca olduğu bir modernist futbol ortamında bütün bunlara, tüm futbol sistemine karşı çıkarcasına sadece insanlara maç izlemesi için bedava maç bileti dağıtmak tam anlamıyla işin aslından çıktığını, amacından koptuğunu anlayıp isyan etmek ve tepki koymaktır. Bu tepkiyi koyanda neresinden bakarsanız bakın devrimcidir.

Futbolcu en nihayetinde kendisine doğru 4-5 metreden bile sertçe gelen meşin yuvarlığı vücudunun herhangi bir yeri ile ne kadar hızlı durdurup ne kadar hızlı hareketlendirdiğine göre sıralandırılabilir. Buna yetenek denir. Bu yetenek öyle menem bir kuştur ki; İyi-kötü, güzel- çirkin, tembel-çalışkan veyahut ne bileyim ahlaklı- namussuz ayırt etmez herkese konabilir. Zira dünya imtihan dünyası diye buna diyorlar olsa gerek. Eşitsizliği görüp isyan etmeyenler kazanıyor bu imtihanı.

İşte bu yetenek bir yere kadar sizle devam ediyor, bir yerden sonra Ivan da olan o devrimci ruh, yada bir başkasında olan güzel ahlak yada vicdan gibi kavramlar devreye giriyor. Ve ölene kadar sizi bırakmıyor. Kolunuzdaki bir diğer altın bilezik falan olmuyor bilakis kolun ta kendisi oluyor.

Ne mutlu İvan gibi 3 kollu olanlara.

01 Kasım 2010/Pazartesi
entropi

11 Ekim 2010 Pazartesi

Fethullah Gülen’i Sürekli Yanlış Anlamak

Namık Kemal’in ‘Vatan Yahut Silistire’ adlı tiyatro oyununun çılgın karekteri Abdullah Çavuş sürekli “bende şehit olsam kıyamet mi kopar?” diyordu. Oyunun sonunda İngilizlerin silah deposunu imha etmek için depoya girdi kendini depoda patlattı ve öldü.



İstanbul’un fethinde ise en çok zayihatı kızgın yağlardan vermiştik. Yeniçeri surların önünde kıldığı 4 Mayıs sabah namazında , Bizans askerlerinin yedikule surlarının üzerinde kızarttığı yağların kendileri için hazırlandığından emindi. Özellikle ilk hucuma kalkacak olan 'deliler'. Bile bile o yağın üzerine gittiler ve öldüler. Sırf arkadaki yeniçeriye kızartılacak yağ kalmasın ve fetih gerçekleşsin diye.


Irakta onurundan başka namusu dahil hiçbir şeyi kalmamış bir çok mücahit, beline bomba bağlayıp Amerikan askerleri arasında patlatıp öldü.

Bu 3 hadisenin hepside, bakış açısına göre farklı yorumlanabilir. Bu olayların üçüne birden intihar diyende çıkar, şehit olmuşlar diyende. Ama şurası kesin ki hiçbirinin birbirinden farkı yoktur ve üçünde de ölüm ihtimali neredeyse yüzde yüzdür.

Gelelim işin Fethullah Gülen tarafına;

Cüneyt Özdemir’in ‘dipnot.tv’ sitesinde yer alan "Pensilvanya'da Fethullah Gülen İle Bir Gün" başlıklı yazısında;

“Fethullah Gülen, Mavi Marmara'da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği 'şehit olmaya gidiyoruz' retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor."

İfadeleri geçiyor.

Bu ifadenin özeti; Mavi Marmaradakiler bile bile ölmeye gittiklerinden, şehit kabul edilemezler.

Bu yazının tam metni Fethullah Gülen’in resmi web sitelerinden biri olan ‘tr.fgulen.com’ adlı internet sitesindede var.

Bilenler bilirler ki Fethullah Gülen kendisi ile yayınları gayet dikkatli takip eder ve yalan olanları, onaylamadıkları bir kaç saat içerisindeki bu siteden tekzip eder. Eğer mahkeme kararı aldıysa bu kararıda bu siteden yayınlar.

Bu yazının ardından 10 gün geçmesine rağmen yazı yalanlanmamış, tekzip edilmemiş aksine resmi sitede yayınlanarak onaylanmıştır.

Bu resmi ağızdan onaylamalara rağmen, hala cemaate yakın yazarların ve etrafımdaki bazı şakirt arkadaşların,
“Hocam ,Cüneyt Özdemir Amerikada Hocafendi ile görüşürken yanında ses kaydı yapacağı bir araç yoktu. O kendi anladıklarını aktarmış, Bu nedenle mübarek sen yanlış anlamışsın.” türü bahaneleri yeni değil.

“Mübarek sen yanlış anlamışsın” türü bahaneler “Mavi marmara otoriteye başkaldırıdır” açıklaması sonrasıda, Fethullah Gülen’in röportaja tekzip yayınlamasına rağmen bazı şakirtler tarafından bendenize söylenmişti.

Analayacağınız son günlerde Fethullah Gülen, biz okuduğunu anlamayanlar tarafından sürekli yanlış anlaşılıyor.

İşin esası şu ki; Fehtullah Gülen gayet tutarlı ve yanlış anlama falan da yok. Irak’ta kendini patlatıp, 'intihar saldırısı' ( yapılan eyleme ,bu isim de amerikan medyası tarafından verilmiştir) yapan insanlara 'terörist' diyende (bkz. Nuriye akman’la röportajı), mavi marmaradakilere şehit kabul edilemezler diyende kendisi.

Esas kendiyle çelişenler, kendi doğruları ile cemaatin doğruları arasından kalan şakirtlerdir. Zira aynı arkadaşlar İstanbul’un fethindeki askerleri şehit olarak, kutlu hadise nail olmuşlardır diyerek sahiplenirler. Fethullah Gülen’in açıklamasına kadar mavi marmarayı sahiplendikleri gibi.

Hakikate gelince ise kimin şehit olup, kimin şehit olmadığını Allah’tan başka bilen yoktur.

entropi

15 Eylül 2010 Çarşamba

Hakem Masalı

















Simetriyi bozanı paylaşamamaktan oynanır futbol...

Başlangıçta iki takım, iki kale – yada kale yerine geçen iki taş- , iki yarı saha vardı. Her maç büyük bir eşitlik ve simetri duygusuyla sıfır sıfır başlardı. Simetriyi bozan tek şey meşin yuvarlaktı yani top. Sanırım bizde bu nedenle onu tekmelerdik.

Simetriyi, eşitliği bozanı paylaşamamak...

Onu da kazanıp rakipten öne geçmek...

Mahallede, okulun bahçesinde harale gürele topumuzu oynardık, Kavga da olurdu. Her şey samimiydi. Sorunlarımızı aramızda çözerdik. Bir kaç saniyede hemen hallederdik. Penaltıysa penaltı, golse gol, direk üstü ise direk üstü.

Arada bir taş kafalılar çıkmaz değildi hani. İnatçılık edip “illa benim dediğim olacak” diyenlerde olurdu.Bu arkadaşların öfkesindeki sahiciliğe saygı duyar. “Hadi bu seferde senin gönlün olsun” deyip suyuna giderdik. Zira her zaman haklı olmak değil, beraber oynamak önemlidir.

Maç hayata dahildi o zamanlar. “sahada oynanan sahada kalır” diyemezdik çünkü. Bilirdik çünkü o maç daha bir ay daha devam edecekti. Tenefüste, otobüste, derste...

Fakat günlerden bir gün sahanın kenarına ipsiz , sapsız, kış günü güneş gözlüklü bir adam peydahlandı. Diğer seyirciler gibi heyecanla maçı seyretmiyordu. Tam aksine ihtiraslı gözlerle sahaya süzüyordu. Kolundaki saati gösterek “size maçın kaçta bitmesi gerektiğini söyleyebilirim” gibi masum bir teklif yaptı. Bu teklifin ardından çıkan “ne faulü yaaa” tartışmasının arasına girdi ve cebinden çıkardığı düdüğü göstererek “ben hakem olayım, artık bağırmak zorunda kalmazsınız” diyerek sahaya girdi. Onun ne kadar tembel biri olduğu daha o an anlamıştım aslında. Sonraki maça iki arkadaşını da getirdi. “Bunlarda yan hakem olacaklar” deyiverdi bir çırpıda. “Neden?” diye sorduğumuzda ise “Ben tek başıma her yere yetişemiyorum, bunlar çizgi, ofsayt anlaşmazlıklarını çözerler” dedi. Böye böyle hakimiyeti kaptırdığımızın farkında değildik.

Eskiden aramızdaki mevzuları konuşarak, bağrışarak halleden bizlere ne olmuştu böyle? Kapitalizm etkisine girmiştik. Bir adam gelip; önce zamanın efendisi , iki arkadaşıyla beraberde mekanın efendisi oluvermişti.

Kendisine “sen kimsin, hakim misin?” dediğimizde, bizlere “hayır ben hakim değil, trafik polisiyim” demişti. Çokda haklıydı aslında. Bu adamların işi sahadaki adaleti sağlamak değildi, kapitalizmin gereği olarak futbolu hızlı oynatmaktı. Yani trafik polisiydi. Oyun için hızlı kararlar vererek, tartışmayı kısa keserek sürekliliği sağlamaktı.Trafik polisinin de işi trafikte akıcılığı sağlamaktı. Olan bir kazada ise adaleti görevi mahkemelere aitti.

Üstelik ilk zamanlar rıza, minnet sahaya giren adam. Artık bizi sahadan da atar olmuştu.

Günlerden bir gün ise “yok yedek kulubesine hakim olamıyorum, vay teknik direktörler maraza çıkartıyor ” diye bir arkadaşını daha aldı geldi. Artık dört kişilerdi yani.

Şimdi ise kale arkalarına hakim olamıyorum diye iki akrabasını daha alıp gelme niyetinde.

Oh ne ala ofsaytları yancılara, gol ve penaltıları kale arkasındakilere, kulubedeki arızaları ise 4. hakeme havale etmişti. Kendisi kraldı artık. Saha ortasına bir masa sandalye atması içten bile değildi .Gidişat onu gösteriyor artık.

Bizim çocuklar ise ne kadar çok olurlarsa o kadar adalet sağlanacak zannediyorlar. Bin kere söyledim halbuki “bu adamlar hakim değil, polis” diye.

Hakemin sayısı ile beraber kopartılan yaygarada büyüdü. Hadi biri görmesi, ikisi görmedi, altısıda mı görmedi bunların? Hakem sayısını artırmak çözüm değil zira. Hatta başlangıçtaki sayısına indirilmeli, yani sıfıra. Meraklayın sıfır olursa o topu elle çıkartan çocuk itiraz falan etmez, gider kendi eliyle topu diker penaltı noktasına...

entropi

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Ya “Evet” Ya terket

Bu başlığı tercih etmemin nedeni pek tabii ilgi çekmek ve yazıyı okutmak. Yoksa “hayır”cıları ülkeden kovmak falan değil.

Önümün, arkamın, sağımın, solumun “laz” olduğu ,“Yakalama kararı kalktı, herkes ordu evinden pardon saklandığı yerden çıksın artık” türünden esprilerin yapıldığı sıkıcı bir arkadaş buluşmasının tam ortasındaydım. Espriler giderek berbatlaşıyor ve hatta “Karargahtan kim gitsin? 01 İlker. 02 Aslan. 03 Işık. 04 Atilla. 05 Saldıray. Boşluk bırak 1923’e gönder ...” türüne kadar gelmişti.

Saçlarım birbirine yapışmış, boynumdaki kir çizgileri terle ve ısıyla iyice belirginleşmiş ve güneşin altındaki başım zonklaya zonklaya ağrıyordu. Bu ağrının sebebi bu esprilermi yoksa biraz evvel ki halı saha maçı mı tam emin olamıyordum.

Baş ağrısının yanında bir de oturduğumuz halı saha lokalinin televizyonunda Nihat Doğan’ın “evet” klibi yayınlanmaz mı! Yayınlanır tabii.

Kendimi bisküvisini çayın içerisinde haddinden fazla tutan, akabinde bisküvisinden kopan parçasını çayının içine düşüren çocuk gibi hissettim. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ne çay ne bisküvi.

İşte bu klipten sonrasıda aynı böyle olacak gibi geldi bana. Ne ben , ne de diğer “evet”çiler için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Şimdi çıkıp bir “hayır”cı, bana buradan yüklense  -ki yapmadıkları iş değil-  ne cevap vereceksin diye kara kara düşünmeye başladım.

İmdadıma birden yılmaz “hayır”cı Fazıl Say yetişti. Bende Nihat Doğan’a karşı burdan yüklenirim dedim.

Evet, evet

Lümpen demokrat Nihat Doğan’a karşı, kentli faşist Fazıl Say...

***                                                             ***                                                                                                    

Sabah sabah her şey kötü başlamıştı bir kere. Önce yepyeni çoraplarla ıslak banyoya dalmıştım.Sonra yeni kesilmiş tırnaklarla yeni alınmış gömleğin düğmelerini ilikleme eziyeti. Üzerine birde halı sahada, kalecimizin eldivenleriyle forvete kadar açılarak gol atmaya çalışması. Son olarakta Nihat Doğan’ın “evet” klibi.

Tüm bunlar yetmez gibi birde , gittiği evde tamamı demli çay isteyip içinede 3 şeker atan sömürücü misafir kıvamında olan Kılıçdaroğlu çıkmaz mı karşıma?

Televizyonda Giresun vaazına denk geldik. Fındık üreticisiyle hemhal olmaya çalışıyor Kılıçdaroğlu. Ne güzel ne olgun ne kibiri ayaklara altına alacak bir davravış. Bu davranışı lafım yok haşa.

Ama çıkıp da “bu anayasa değişikliği paketi siz fındık üreticine ne faydası var?” demesi yok mu. Orada ipler koptu işte. İçinde ancak ve ancak temel hakların bulunması gereken bir en üst bir hukuk metni olan Anayasa metni için çıkıp ta vatandaşa “sizin fındık fiyatlarınızda ne gibi bir iyileşme yapıyor?” demek popilizm falan değil, şark kurnazlığı hiç değil. Bu bildiğimiz çürük malı kakalayıp ortadan kaybolmuş tüccar rolüdür. Hırsızlıktır.

Fındık üreticisinin fındık fiatlarıyla ilgili sorunları varsa , bunlarda iyileştirme yapılacaksa bunun yeri anayasa metni midir?

Asla.

Bunun yeri Fiskobirliğin o yılki mevzuatıdır. Buda bir hükümet politikasıdır. Seçim zamanı meydanlarda yada herhangi bir zaman bir basın toplantısında eleştirilebilir.

Neden “hayır” diyebileceğini anlatamayan bir garip zümre bu yollara başvuruyor.

Mhp lideri Bahçeli farklı mı?

Hayır

O da çıkıp “bu paket bölünmenin hukuki zeminin hazırlayacak” türünden zırva argümenlerle “Hayır” demeye çağırıyor.

Değişiklikteki 26 maddenin ve geçici maddelerin tamamını okumuş biri olarak şunu söylüyorum ki. Bu değişiklik paketinde ne açılımla ilgili ne de herhangi bir etnik kesime verilmesi muhtemel haklarla ilgili bir tek kelime yok.

Bu değişiklik paketinin ana omurgası hukukun dengeye gelmesinden başka bir şey değildir.

İşte bu hukuki denge için,

Üstünlerin hukuku değilde,

Hukukun üstünlüğü için

Ya “Evet” Ya terket!...

07 Ağustos 2010/Cumartesi
entropi

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Yazlık Yazı

Eğer gençken solcu değerleri ve ezilmiş hakları savunan, orta yaşlara gelince ise parayı bulan ve bağlı bulunduğu dergiye yazlık polyanna yazıları yazması gereken bir yazar olsaydım;





Denizden gelen ses yâda denizkızının şehri Assos...

Mavi ile yeşil evlense sanırım evleri burada olurdu. Bu çiftin çocukları da denizkızı olurdu. Denizkızı da ancak buralı olurdu Yani Assos’lu. Kaz dağlarıyla, tanrıların insanlara en yakın olduğu yerle karşı karşıya burası. O yüzden Aristo burayı seçmiş olmalı, tanrılara daha yakın olmak için...


Buradan ayrılması o kadar zor ki. Hele birde ayrılışınız Ağustos sonuna, yani toplanmamış, çürümeye yüz tutmuş üzümlerin zamanına denk gelirse daha da zor. Çünkü ayrılırken burnunuza gelen üzüm kokuları ve o kokuların zihninizde bıraktığı Assos şarabı hissi sizi sanki geri çağırıyor. Of tanrım.

Burada birde dostumuz oldu Perihan. Ortak dostumuz Ozan’ın deyimimizle Perroş. Ah Canımsın…

Şehirli, plazalardan kaçmak isteyen kadınların hep istediği şeyi yapmış Perroş. Gitmiş Ege’nin bu sahil kasabasında küçük bir butik açmış. Ve yaklaşık 5 yıldır küçük ama bir o kadar da şirin olan bu butiği işletiyor. “İşler nasıl Perroş?” diye sorduğumda ise, her defasında varoş esnaf kıvamında “Çorba kaynıyor” demez mi. Alem kadın şu Perroş...

Kocasından ayrıldıktan sonra aldığı nafaka parasıyla açmış burayı. Bir nevi hayattan, aşktan kaçmış.

Bende o dönemki kız arkadaşım alışveriş yaparken tanışmıştım. Şimdi ise kız arkadaşımla ayrıldık ve Perroş sayesinde yılda 1 haftada olsa görüşüyoruz. Butiği küçük ama yüreği kocaman biri Perroş...

Bu yazıyı sensiz nasıl geçebilirim. Bize hazırladığın kahvaltıları ve barbekü partilerini nasıl unutabilirim. Assos’un eşsiz hellim peyniri ancak bu kadar güzel yapılabilir. Ve turşu

Camın önünde iri gövdeli temiz bir kavonoz , içinde de bodur ama tıknaz salatalıklar. Saltalıkları koruyan limonlu, sarımsaklı dereotlu bir su. Suyun bittiği yerde, kavonozun ağzını sıkıca kapatan beyaz bir bez. Harikulade bir salatalık turşusu yani

Ve Assos kurbağaları...

Karşıdan karşıya geçerken ayağınızın altında kalmaktan kıl payı kurtulan ,sabahın en er saatinde ısınmış asfalta karışmaya başlayan geceden kalma çiğnenmiş kurbağalar...

Ve bir hamak üzerinde yakamozları seyre dalarken fonda illaki Leman SAM veya Sezen.

Dillerde ise memleket meseleleri , tıpkı üniversitedeki idealist günlerdeki gibi...

Birazdan da bakarsın kudurur deniz. Ve birazdan dalgaların sırtından fışkırır rüzgâr. İşte biz tam bu anda mehtaba karşı bir iki Nazım şiiri okuruz ve belki soframıza, şarabımıza, balığımıza darağacından kalkıp Deniz de gelir denizden.

Ve belkide Fikriye. Ne dersin…

Not: Bu yazı yaşanmamıştır.Tamamı uydurmadır.Ve çeşitli yerlerde yazılan bu tip yazıları ve yazarları tiye almak amaçlı yazılmıştır.



19 temmuz 2010/ Pazartesi
entropi

13 Haziran 2010 Pazar

Mavi Marmaradan Bize Kalanlar













                                                                           Kûfe Halkının Uğursuzluğunun Yıkılması

Mavi Marmara gemisi neresinden bakarsanız bakın 2. Kerbeladır. Zulme karşı, zalim bir orduya karşı bütün dünya susmuşken bir gemiyle baş kaldırmak; Hüseyin efendimize “Kûfe halkı seni satar. Onlara güvenme” denildiğinde, Hüseyin efendimizin “Bugün ben gitmezsem, yarın zulm olduğunda zalime karşı kimse başkaldırmaz” deyip bir avuç insanla Kerbelaya gitmesine denktir.

Ergenliğe yeni girmiş , nefsine hakim olamayan delikanlı kıvamındaki zalim İsrail’e bir gemi ile baş kaldırmak işte sadece bu nedenden dolayı bile Kerbeladır. Ama bir farkla , bu defa müslümanlar biraz olsun ayağa kalkmışlar, Kûfe halkının yaptığını tekrarlamamışlar ve uğursuzluğu kırmışlardır.İşte Mavi Marmara’dan ilk kalan bu olmuştur.


Filistin Halkına Yapılanları Kanıksamamız


Daha 1 yıl kadar önce 1000 lerce müslüman öldüren İsrail’in yaptıklarını kanıksamamamız, uyanmamız sağlanmıştır. Yapılanlar ve İsrail’in zulmü canlı yayınlarla, fotoğraflarla adeta gözümüze sokularak vicdanlar harekete geçirilmiştir.2. kalan zûlm kanıksamamak,vicdanları diri tutmak olmuştur.


Uluslararası Hukuk

Olayın zalimliğinin; uluslararası sularda meydana gelmesinden ve plastik mermi kullanılmamasından falan kaynaklandığı sanmak saflık olur. Bu malumatlar ancak devletler arası münasebetlerde öne sürülecek argümanlardır. Tıpkı filistinde ölen sivil halk gibi istatistiksel değer ifade eder. Ruhtan, duygudan, vicdandan uzak emarelerdir.

Olaylara buradan bakmak zihinlerde, kendi karasularında yapsa haklı olduğu, olaydaki esas sorunun yapılan zûlüm değilde , deniz hukukuna ihlali olduğu anlamı çıkar. İşte buradan da uluslararası hukukun vicdandan ve ruhtan be kadar uzak olduğu ve asıl olanın yine hukukun değilde adaletin olduğu ortaya çıkar. Yani diğer bir kalan hukukun değilde adaletin önemidir.


Birleşmiş Milletler

Bu olayla; kendi koyduğu hukuku, kuralları bile uygulamayan birleşmiş milletlerin gerekliliği sorgulanmalıdır. Hayvan hakları, dünya kültür mirası (UNESCO), dünya sağlığı, kadın ve çocuk hakları (UNİCEF) gibi yan konularla uğraşıp asli görevi olan savaşlardaki insan ölümlerini engelleyemeyen bir örgüt haline gelmiştir Birleşmiş Milletler. İsraile karşı doğru düzgün bir kınama kararı bile alamayan, aldığı zavallı kararların yaptırımlarını bile uygulayamayan ama somalili 3- 5 korsana operasyonlar düzenleyebilen, güçlünün yanında zavallının üstünde legal ama lazımsız bir örgüt .İşte buradan bize kalan Birleşmiş Milletler aslında ne kadar zavallı ve lazımsız olduğudur.


Sivil Toplumun Önemi

Dünyada ilk defa bir sivil toplum örgütünün uluslararası anlamda yaptırım yaptırdığını görmüş olduk. Mısır’ın Refah sınır kapısını açması, Amerikanın ve Birleşmiş Milletlerin tarihte ilk defa İsrail’i kınaması ve dünyanın ayağa kalkması doğrudan İHH’nın başarısıdır.İşte Sivil Toplumun yani cemaat olmanın, topluluk olmanın önemi bu olaydan kalanlardan biridir.


İsrail İmajının Yıkılması

Teknolojisiyle, ordusuyla, diplomasiyle övünen İsrail’in bu saldırı ve sonucundaki olaylar neticesinde bütün imajları yıkılmıştır. Nasıl mı yıkılmıştır?


Teknolojik olarak bir gemideki canlı yayını bile kesemeyecek kadar acemi olduğu görülmüştür.

Ellerinde silah olan komandoların ellerinde sopa olan sivillerden nasıl dayak yediğini görülmüş ve aslında önemli olanın yiğitlik olduğu tekrar anlaşılmıştır.

Beyrutu günlerce vurmasına rağmen, kendisini kınatmayan İsrail diplomasisinin bir geminin bseferiyle yıkılmıştır.

Buradan bize kalan birçok anlamda İsrail’in yıkılan imajıdır.

Fethullah Gülen

28 Şubat MGK’sı sonrasında 32. Güne katılan Fethullah Gülen’in yaptığı “Askerler kendi arasında istişare yapmıştır. Doğru ise 2 sevap yanlış ise 1 sevap almışlardır.” açıklamasıyla aslında vicdanın değilde dengelerin, reel politikin yanında olduğunu aradan geçen senelerde unutmuştuk ama kendilerini tekrar hatırlattı.

Gazzeye yardım taşıyan gemiler için “İsrail devletinden izin alınmalıydı. Bu olay otoriteye başkaldırıdır” açıklamasıyla; İsrail devletinin ulul emr olarak görülmüş ve itaat emredilmiştir. Yani tekrar - 28 Şubat’ın ardından - arkasındaki kitleye rağmen; vicdanın değilde dengelerin, reel politiğin yanında durulmuştur.


Burada tabii olarak, insan sormadan edemiyor. İsrail gibi zalim olduğu ve zûlm yaptığı kesin olan bir devletin, uyarılarına rağmen mazluma yardıma gitmek otoriteye başkaldırıysa ve bu uyarıları dikkate almak bir kanaat önderi tarafından isteniyorsa; Peygamber efendimizin (s.a.v.) yaptığı olan, Mekkedeki otoriteye başkaldırmayı nereye koyacağız? Yada yine kafamıza kuma gömelim, şimdilik dengeleri gözetelim, zalimi görmeyelim, köşeleri kapalım da ileride düşünürüz mü diyeceğiz?

Bu olay sayesinde Fethullah Gülen’in de, Oray Eğin’in de, Fatih Altaylı’nın da tarafı hatırlanmıştır.Bu bize Mavi Marmara gemisinden kalanların en çarpıcısıdır.



Başbakanın İsrail devleri ile İsrail halkını ayırmasından yola çıkarak, bende Fethullah Gülen’le cemaatin içiçerisindeki vicdanlı insanları ayırıyorum.

09 06 2010/Çarşamba
entropi

9 Haziran 2010 Çarşamba

Ahlâk, Baykal ve Kaderin Planı

Beyrutta geçen bir filmde, Rus devrimi zamanında Sibirya’ya sürgüne gönderilen bir grup Yahudi göçmenlerin hikayesiyini sonradan Beyruta yerleşmiş bir Yahudi şöyle anlatıyordu;

Rus göçmenlere Stalin’in askerleri ve kondüktörler tarafından , yolculuğun yaklaşık ,25 gün süreceği ve trenin günde sadece 2 kez 5 er dakikalığına mola vereceği, trenin kendisini kaçıran hiçkimseyi beklemeyeceğini ve trende tuvalet olmadığı söylenir. Göçmenler de, hayatta kalmak için tuvaletlerini bu molalar sırasında yapmak zorunda olduklarını ve treni kaçırdıkları anda sibirya soğuğunda donacaklarını hemen anlarlar. Ve daha trenin mola vermesine 2 dakika kala eteğini ve pantolonunu sıyıran göçmenler tren durur durmaz trenden fazla uzaklaşmadan, kendilerini en yakın 2 vagon arasında tuvaletlerini hepberaber yaparlar ve trene yetişirlerdi. Bazen bazı yaşlıların ve hastaların hareket eden trenin altında kalarak öldükleri olmaz değildi hani.

Anlayacağınız göçmenlerin tamamı utanma duygularını, gururlarını 10 günde unutmuş, hayatta kalmak için herşeylerinden vazgeçmiş, bu saçma sapan düzene ayak uydurmuşlar ve hatta vücut biyolojilerini dahi ona göre düzenlemişlerdi.Neredeyse hiçbirinin trenin mola saati haricinde tuvaleti geldiği görülmüyordu.
Ama devrimden önce bir lisede öğretmenlik yapan Andrye her mola sırasında trenden uzaklaşır, tuvaletini kimsenin göremeyeceği bir yerlerde yapar ve her seferinde trene zor yetişirdi. Yolcuğun 17. gününde verilen tuvalet molasında Tarkovsky’nin her zaman yaptığı gibi “kendini gerçekleştiren kehanet” (antichrist başlıklı yazımda açıkca anlatılmıştır) kendini gerçekleştirir ve Andrye treni kaçırır.Sonrası ne mi olur? Tabiki treni kaçıran Andrye soğuktan donarak ölür.

Tarkovsky’nin bu hikayeyle bizi anlatmak istediği şudur;

Tren burada modern dünyadadır.Ve modern dünyanın durmaya tahammülü yoktur. Sürekli hareket halindedir, sürekli büyümek ve birilerini ezmek zorundadır.İşte bu dünyada gurura, ahlaka ve namusa yer yoktur. Bu değerlerin peşinde olan bu trene ayak uyduramaz ve donarak ölür.
Şimdiki zamanlarda modern dünyanın hangi sektöründe olursanız olun gurura, edebe, adapa, ahlaka ve hatta namusa yer yoktur. Bu değerlere sahip olursanız donarak ölürsünüz.

Televizyona çıkan insanların ve hatta şarkıcıların reziliklerinide bu bağlamda değerlendirmek yanlış olmaz aslında. Sadece para için, meşhur olmak için gururu, edebi , namusu, ahlakı unutmuş bir dolu insan.Bu sadece televizyonda değil seri üretimin,modernizmin en büyük saç ayaklarından olan pazarlama ve reklam sektöründe de mevcut. İnsanlara bir mal pazarlamak için tek ayak üzerinde 40 yalan söyleyen , etikten, ahlaktan bihaber pazarlama ve reklam sektöründe çalışanları aslında bu hikayeden nasibini alırlar.
İşte siyasette aslında durum bundan pek farklı değildir. Ahlakı, namusu bir yana bırakarak siyasette bir yerlere gelmek için genel başkanın koynuna giren bir milletvekili.Modern dünyanın esiri olan ve o dünyanın gereği yapan bir genel başkan.

Aslında burada komik olan, Baykal’ın ve sekreterinin modern dünyanın - trenin tüm gereksinimlerini fütursuzca yerine getiriken gene bu dünyanın kurallarından biri olan yatak odası macerası kaseti ile şantajın kurallardan biri olduğunu unutup bu kuralı yerine getirenlere kızması.Kuralları olmayan bir dünyada trenin altında kalanlara üzülmeyip kendisinin ayağı trenin altında kalınca feryat figan bağırmak.Burada asıl kızılması,bağrılması gereken bu trenin kurallarını koyan kondüktörler ve devrimin askerleridir.
Ne tam batılı olabilmek nede tam doğulu olabilmek. Batıyla aramızdaki en büyük fark burada ortaya çıkıyor.Yani batı gibi modernzime entegre olmak ama doğu gibi ahlaktan, gururdan,edepten taviz vermemek.Yani ben namazımı da kılarım, bankada genel müdürlükte yaparım, yazın muhafazakar otelde tatilimi de giderim zihniyeti.Bunların üçü birden mümkün değildir sevgili azizler.

Kendi tabanlarını batı değerlerini entegre olduklarını sanmaları. İşte CHP nin yıllarca anlayamadığı bu oldu işte.Yani ahlakı, gururu bir yana bıraktıkları sandılar. Kendi tabanlarının dahi bu tip durumları kaldıramayacağını anlayamamak.Toplumun tamamının olmasa da tabanının batı değerlerine entegre olduklarını sanmaları.

Buradan son olarak şunu söylemek istiyorum.Bazen sizin planınızla kaderin planı çakışmaz.Ayrışır.Örneğin siz çocuğunuzla ilgili gelecek planları yaparsanız. Maddi sorununuz yoktur.Okuyacağı okulları yapacağı mesleği gayet doğru şekilde planlarsınız.Ama kaderin planında bunların hiçbiri yoktur ve bir gece ateşlenen çocuğunuz doktorları tüm müdahalelerini rağmen sabahı göremez ve ölür.Burada islam bizlere vakar tavsiye eder. Bu gibi olayların güçlü birer imtihan olduğunu, Hızır ile Musa kıssasındaki hızırın öldürdüğü o çocuk gibi “yaşasaydı belkide hayırsız bir çocuk” olacağını, her şerde bir hayır aranması gerektiğini ve inanların kazanacağını falan söyler.

Bu kaset olayında da Baykal’ın planıyla kaderin planı zıt gitmiştir, ayrışmıştır. CHP’de,Baykalın çocuğundan farksızdır. Her yerini adamlarını, taraftarlarını serpiştirerek koskoca bir partinin tüm geleceğini adım adım planlamışken, kaderin planı hiç de hesaba katmadığı bir biçimde gerçekleşmiştir. Çocuk ateşlenmiştir ve ölmeye yakındır.

Umarım Baykalın planı ile kaderin planı, anayasa değişiklik paketinin anayasa mahkemesine gitme olayında da çakışmaz ve ayrışır. Baykal’ın ateşlenen, Hızır ile Musa kıssasındaki gibi hayırsız çocuğu olan CHP bu son darbeyle ölür.

22 Mayıs 2010/Cumartesi
entropi

13 Nisan 2010 Salı

Kibir

Kibir, en büyük oyunum.”

Bu söz “Şeytanın Avukatı” filminde, şeytanı oynayan Al Paçino’ya ait. “Hey dostum senin sorunun, o koca kıçınının kafandan daha büyük olması.” tadındaki Amerikan filmi senaryolarından beklenmeyecek derecede iyi bir replik.

***

Türbesi Üsküdar’da bulunan devrinin en büyük kadısı olan Mahmut Hüdai hazretlerinin meşhur kıssasıda tam bununla il ilgiliydi işte;

İlimde, edepte, nefis kontrolünde ve bir çok konuda ruhunu terbiye edip bulunduğu toplumda da “kadı” olarak çok iyi bir makama ulaşan Mahmut Hüdai, şeyhinin kapısına gider ve “oldum mu” diye ayaklarına kapanır. Şeyhi “daha değil” der. Hüdai büyük bir merak ve hazla sorar “daha ne yapmayalım, ne kaldı geriye” der. Şeyhi kendinden gayet emindir. Cevabı çabucak verir. “En zor olanına geldik, şimdi kibiri yenmem lazım.” Bu söz üzerine Hüdai makamı, mevkiyi her şeyi bırakır ve sokaklarda ciğer satmaya başlar.Yani devrinin en makamlı işinden devrinin en aşağı işine terfi eder. Bir kaç ay boyunca ciğerleri kendi temizleyip, sokak sokak gezerek küçük bir arabayla ciğer satar ve bu şekilde ölür.



***



“Ölmeden önce ölünüz”


Bu ayeti kerimeyi alimler, müctehitler, irfan ustaları, hakikat yolcuları ve bir çok kimseler tarihin bir çok döneminde yorumlamaya çalıştılar.Çoklarının soluklandıkları yerler ve ulaştıkları netice aynı idi.

İnsanın kendini tanıması ve ruhunun cehennemde terbiye olmayıp dünyada terbiye olması için, ölmeden önce bazı vasıflarının ölmesi gerektiği kanaatine vardılar.

Neydi bu insanın, ölmeden önce öldürmesi gereken vasıfları;

Önce şehveti öldürmesi gerekirdi insanın.Sadece cinsel şehvani duygularının değil tüm hırslarının, ihtiraslarının ölümü.

Sonra “insanın iştahını öldürmesi gerekiyor” diyor Piri Mevlana.Bu ölüm sadece tokluğun ölümü diye anlamamak gerekir tabii. Özgürlüğün ölümü her şeyden kısıtlı kalmanın ölümü.

Bu iki ölümün birleşimini nefsin ölümü diyebiliriz.

Daha sonraki ölüme kıyafetin ölümü diyor irfan ustları.Kıyafetin ölümü yani libası terketmenin ölümü. Kıyafetin ölümünden kasıt makam,mevki,rütbeden sıyrılıp avam arasında çıplak kalmak. Burada bahsedilen ölüm, sadece bedenin kıyafetinden değil kalbi örten kıyafetin ölümüdür.

***

İşte bu 3 ölüm aslında sadece islam felsefesinde değil tüm doğu felsefelerinde mevcuttur. Felibeli Ahmet Hilmi’nin “Amak-ı Hayal” isimli kitabında bu 3 ölümünde hikayelerini bulabilirsiniz.

Hindistan’daki ve Tibet’deki  “Buda” rahiplerinin yaptıklarıda bu 3 ölümün tatbikidir aslında.Çoğu cinsel münasebette bulunmazlar. Yemeleri içmeleri çok azdır. Hatta hayvansal gıda hiç tüketmezler. Kişisel hırsları, ihtirasları yoktur. Avrupaya ve Amerikaya oryantalizm pazarlayan sahte kel kafalı amcaları saymazsak gerçek budaların makam, mevki, para, pul gibi kaygıları da yoktur. Özgürlük deseniz yılın 6 ayı manastırlarından hiç çıkmazlar. Ama genede eksik bir şeyler vardır ve bir türlü olamazlar. Olduklarına ikna olmazlar.

Eksik olanı, doğu felsefelerinin ve tüm felesefelerinin tamamlanmış ve olmuş olanı olan İslam felsefesi tanımlar.

Son ölümü Cemil Meriç “hareket” olarak tanımlar.

Diğer ölümler hareketi kısıtlarken, eylemsizlik hatta negatif eylem olarak tanımlanırken. Bu ölüm hepsinin aksine eylemin ta kendisidir.

Bu ölüm diğer 3 ölümü tamamladıktan sonra avama, ahaliye geri dönmektir. Ahalinin arasında gezinmek, yaşamak, hayat kavgasına girmek, karıncalar gibi ezilmektir.Halkın dertleriyle hemhal olmaktır. İşte ruhlarını tamama erdirmek isteyenler için en zor olanı budur.


Buna biz kibirin ölümü diyebiliriz. Alimlerin hepsinde bulunan kibirin,ölümüdür. İşte bu kibiri öldürmek için tekkeden, manasırdan, mağaradan artık neredeyse saklanılıyorsa ordan çıkıp ahaliye dönmek gerekir.

Bir nevi Hz peygamberin “Oku” ayetiyle beraber Hiradan Mekke çarşısına oradanda Hatice’nin kucağına dönüşüdür. Örtülere bürünüştür. Ve örtüden de çıkıp tebliğe başlamaktır.

Bu ölüm diğer ölümlerden çok daha zor bir ölümdür insan. Şeytanın insana secde etmeyip Allaha isyanıda bu kibirdendi.



***

Bu ölümü herkes başaramamıştır tabiki.

Misal Cemil Meriç, Nurettin Topçu gibi alimler hayatları boyunca bulundukları evden hatta o evin içimdeki odadan çıkmamışlardır. Muhteşem kitaplar, muhteşem felsefeler oluşturmuşlardır.Hatta benim ve birçoklarının böyle yazılar yazmalarına sebeb olmuşlardır. Ama halkın arasına girmeyip, kendilerini saklayıp tamamlanamamışlardır.

Tabi birde bu son ölümü deneyip beceremeyenler vardır. Buna en iyi örnek Hallacı Mansur’un “En el Hak” deyip linç edilip öldürülmesidir. Hallacının bugün “En el Hakla” ne demek istediğini anlıyoruz. Ama zamanında anlaşılamayıp, öldürülüşünün sebebide halkın arasına dönmeye çalışıp, beceremeyiştir. Bu beceremeyişin bir diğer örneğini de “Takva” filminde olmayla olma arasında kalan başrol oyuncusunun filmin sonundaki delirme halidir.

Piri Mevlananın, Hz Şem’e olan aşkınıda bu son ölümle açıklayabiliriz. Konya halkı ile Şems arasında kalan Pir’in bu arada kalması da kibirin ölümü olana son ölümü tamamlayıp tamamlamama arasında kalmasıdır. Ama günümüze kadar ulaşan ve tüm halka mal olan Mesnevisinden anlaşılıyor ki; Şems’in kendisi terketmesi neticesiyle bu son ölümü tamamlamıştır Hz Pir.

Üsküdarlı alim Aziz Mahmut Hüdayinin devrinin en büyük kadısı iken makamı mevkiyi ve her şeyi bırakıp, sırf kibrinin öldürmek sokaklarda ciğer satmasıda bundandır. Bu son ölümü başarmak içindir.

Türkiye’nin sayılı mühendislerden ve alimlerinden olan Erbakanın ve Türkiye’nin en iyi şairlerinden, edebiyatçılarından ve “diriliş felsefesiyle” en iyi düşünürlerinden olan Sezai Karakoç’un siyasete girmeside bundandır. Bu son ölümü tamamlamak içindir. Tamamlayıp tamamlayamadıklarını tabiki tarih belirleyecektir.


***

Bu makaleden sonra ölümü birazcıkta olsa anlamak isteyenlere tavsiyem; Vang Gogh’un 1890’da yaptığı “Kargalar Buğday Tarlası” isimli tabloya bakmalarıdır. Aslında Amsterdam’a gidip orjinal bakmak çok daha ilham verici olabilir ama siz internetteki kopyalarıyla idare edin. Ve tablodaki ölümü temsil eden simsiyah hatta katrani siyah olan kargalara ve çürümüşlüğü, tamamlanamamayı temsil eden sapsarı buğday tarlasına bakın.



13 Nisan 2010/Salı
entropi 

7 Ocak 2010 Perşembe

Ulusal Takım Muallimi Kim Olmalı?


Efendim ne yalan söyleyeyim futbol seyretmeyi de, futbol yazısı yazmayı da çok severim. Futbolumuzun gerek Ermenistan maçıyla gerek Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediyesinin ligden düşürülmesi nedeniyle siyasetle iç içe geçti. Ve arada yastık da yok.

Aşk-ı Memnu dizisindeki Behlül ile Bihterinin yarı üryan haldeki vaziyet-i aşklarından sonra yaptıkları “Arada yastık vardı” açıklaması halkımızın gönlüne bir nebze olsun su serpmişti vesselam. Ama aynı lakırdı siyasetle futbol ilişkisi için söyleyen olmadı.

Ama imdadımıza sevgili imparatorumuz yetişti de istifa etti. Bu sayede hem gündemi değiştirdi hem de siyasetle futbolu birbirinden ayırdı derken, milliyetçi Arda ile milliyetçi Rüştü’nün açıklamaları geldi. Ne imiş efendim “Türk hoca isterlermiş”. Bu açıklamalardan sonra Türk düşünce hayatının laik zevatından birçok isim, milli takım -onlara göre ulusal takım- hocasının kim olacağını ulusalcı eksende değerlendirmeye başladılar.

Bu değerlendirmeleri aşağıda rapor şeklinde hizmetinize sunuyorum.

Evvela; İmparator mahlaslı bir zatın ulusal takımdan terk-i diyar etmesi her bakımdan ala olmuştur. Neme lazım efendim bu “imparator” lafzı balık hafızalı milleti şuuruna nakşedilirde “saltanat geri gelsin” diye ayaklanıverirler.

Saniyen; Piyasada dolaşan Ertuğrul Sağlam ismi hem hanımının mesture hem de kendinin illegal cemaat mensubu olması sebebi “İmparator” mahlasından bile dahi vahim vaziyetler oluşturabilir. Hele birde futbolculara oruç tutmalarına falan izin verirse daha da önünü alamayız Allah muhafaza. Bu zatın şimdiki takımı olan Bursa sporda da muallimlik yapması da pek hayra alamet bir vaziyet değildir ve fakat şu an ulusal takım içün hatırlanmaması sebebiyle Bursaspor'da idame etmesi uygundur.

Salisen; Piyasada dolaşan diğer bir isim olan Abdullah Avcı da Ertuğrul Sağlam nispetinde olmasa da onunda önü kesilmesi gerekir. Şimdiki yeni yetmelerin deyimi ile CV’sinde Arda Turan, Aydın Yılmaz Kayseri spordan Ragıp ve Mehmet Erenler gibi isimleri alt yapıdan çıkarması, senelerce Ümit Ulusal takıma muallimlik yapması gibi referanslar bulunan bu zatında İstanbul Büyükşehir Belediyesinde muallimlik yapıyor olması ve mevcut iktidara yakın olduğu hepimizin malumudur. Bu nedenle bütün referanslar hatırlanmayarak milletin havsalasına dahi getirilmemelidir.

Devamen; İmdi en tehlikeli, en fitne fücur ve en caydırıcı ismi zikretmeye geldi. Kim mi? Tabi ki Hakan Şükür azizim. 22 sene bil fiil profesyonel futbol yaşamı olan, 250 in üzerinde golü olan ve tüm rekorları elinde bulunduran bu sporcunun önü derhal kesilmeli. Niyçün diye bir soru hepinizin aklına gelmesi gayet anlaşılabilir bir haldir. Bu sualinize derhal cevap vermeyi bir borç bilirim. El cevap; Hakan Şükür denen futbolcu da Ertuğrul Sağlam gibi aynı illegal fundamentalist cemaatin mensubudur. Ve bu cemaatin Amerika da yaşayan liderini de ziyaret ettiğini muhbirlerimiz ve çok sevgili hafiyelerimiz sayesinde fotoğraf, video gibi birçok teknolojik edevatla sabitlemiş bulunuyoruz. Merak buyuranlar içün bu video ve fotoğraflarından bir kopyasını da temin edebilirim.

İlaveten; Ulusal takım içün en kuvvetli adaylardan biride Sivas sporun eski muallimi Bülent Uygun beyefendidir. Futbolculuğunda Fenerbahçe de oynayan ve pek de parlak olamayan bu sporcu attığı goller neticesi verdiği asker selamı ile hepimizin hakkında hüsn-i zanlarda bulunmasına sebep olmuştur. Ama adı üstünde husn-i zan işte. Bu zatında gerek Hakan Şükür’e olan yakınlığı gerek de malum cemaatin düzenlediği Türkçe olimpiyatları törenine katılması sebebiyle hakkında araştırmalar yapılmaktadır. İşte bu nedenlerde bu zat-ı muhteremde şu an ulusal takım içün soyadının aksine uygun görülmemiştir.

Nihayeten; Bilindiği üzere ilm-i fizikte tesir aks-i tesir prensibi vardır. Bu prensip neticesinde ulaşılan sonuç şudur. Giden Fatih Terim hocanın halkımız üzerinde yaptığında tesire aksi tesir olabilecek bir hoca gereklidir. Buna en uydun yerli muallimde Türkiye’den Beşiktaş’ın başında olan ve “Türbanlılar okumak istiyorlarsa İran’a gitsinler” diyen ve ardından İran’a kendi giden Mustafa Denizli beydir. Ama onun şu anki bulunan takımdan ayrılması Beşiktaş’ın başına Ertuğrul Sağlam isminin gelmesini akıllara getirir. Ve bu seferde Beşiktaş kalesinin zapt olmasına neden olur. Yani değerli dava arkadaşlarım “Dimyada pirince giderken eldeki bulgurdan oluvermemek” icap eder.

Akla gelen ikinci yerli isimde Ersun Yanaldır. Bir dönem ulusal takımda görev yapan bu zat gayet laik gayet vatanperver olduğu içün şimdilik en uygun yerli isimdir. Ancak az evvel bahsettiğim tesir aks-i tesir prensibini Ersun Yanal hocanın karşılayamayacak olması durumda ise Yabancı muallimlere başvurulmalıdır. Bu yabancı muallimlerle ilgili mevzuda ileriki zamanlarda görüşülecektir.

Efendim bilindiği üzere Fenerbahçe – Galatasaray karşılaşmasının sene-i devriyelerine ulaşmış bulunmaktayız. Bende bir Galatasaraylı olarak bu mevzuya bahsetmeden geçemeyeceğim. Fenerbahçe cephesinin Gaziantep maçını neredeyse bile bile kaybetmesini ve perşembe günü oynayacağı Avrupa Kupası maçını ise hiç düşünmeyip sağda solda kutlamalar yapması zihnim bir anlam veremedi ve beni Allah sizi inandırsın hayretlere garg etti. Sonra düğün gecesinden birkaç gece önce cins-i latiflerin birleşip kına gecesi adı altında düzenledikleri oynamalı çalgılı eğlence aklıma geldi binaenaleyh buda fenerin kına gecesi olsa gerek diye düşündüm. İlahi Fenerbahçe kına gecesi ananesini de futbolumuza soktun ya sen çok yaşa emi.

Birlik beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde futbolumuzun üniter yapısının bozulmaması için makalem nerden okuduğumu hatırlamadığım bit özdeyiş ile nihayetlendirmek isterim.

"Türkiye'de birden fazla insanın bir araya gelerek ortaya koyabildiği en anlamlı topluluk Galatasaray futbol takımıdır"

22 Ekim 2009/Perşembe
entropi 

İlgililer ve Bilgililer



Şurası kesin ki bu ülkede ya ilgililer bilgisiz, bilgililer ise ilgisiz

Veyahutda bilgilileri ilgili olması engellenmektedir.
Bunu 10 Kasım Salı günü mecliste yapılan demokratik açılım görüşmelerinde de bir kez daha gördük.

25 yıllık sorunla ilgili tamamen bilgisiz olan bir takım zevatın mecliste ilgili konumunda olması nedeniyle sorunla ilgili bırakın çözüm üretmeyi tartışılmıyor bile.

Meclisin konuyu, sorunu tartışmaması için türlü aktiviteler geliştirildiğini salı günü gördük. Bu aktivitelerden kısaca bahsedecek olursak;

CHP zevatının meclisi miting alanı yahut stadyum zannedip Atatürklü pankart açması. Pankart açmak; topluluk önünde konuşacak konumda olmayan (Ör; stadyumdaki seyirci, mitinge katılan vatandaş…) fakat kendini bulunduğu topluma mesaj vermek zorunda hisseden kişilerin kullandığı bir yöntemdir.

Meclis gibi asli görevi konuşmak, tartışmak olan bir yerde konuşması mümkün olmayanlar gibi pankart açmak ya ahmaklıktır yada konuşulan konu hakkında söyleyecek bir şeyi olmayıp söyleyecek şeyi olanları engellemektir.

Yoksa meclisin içinde pankart açmak muhalefetle yapmakla yada Deniz Baykal’ın dediği gibi“demokrasilerde olu böyle şeyler” le hiç ilgisi yoktur.

Amacın muhalefet yapmaksa çıkarsın karşı fikirlerini söylersin. Tabi bu karşı fikirlerini söylemek Kemal Anadol’un İsmet İnönü alıntısı yaptığı gibi “Hade canım sende” deyip kürsüden inmek de değildir. Fikir hiç değilse birkaç paragrafla açıklanır. Tek cümle ile açıklanan fikir olmaz. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz. Bu zevatında konuyla ilgili bilgisi olmadığı için fikride yoktur. Döndük dolaştık makalenin başına yani ilgilelerin bilgisiz olduğuna geri geldik.

Meclisteki pankart açma hadisesinin hukuki boyutuna gelecek olursak;

Sanırım 12–13 yıl kadar önce 5 kadar TKP’li genç meclise yapılan ceylan derili koltukları protesto etmek için pankart açmışlardı ve hapse girmişlerdi. Biraz daha eskiye gidersek okuduğum kadarıyla Şehs Sait döneminde de aynı hadise vuku bulmuş ve 6 kişi meclisin işleyişini engellemekten idam edilmişti.

Salı günü açılan pankartın diğerlerinden farkı ise pankartların üzerinde Atatürk resmi olması. Demek ki neymiş efendim hukuk Atatürk resmi olup olmamasına göre değişiyormuş.

Alın size bir veciz örnek daha

Ay yıldızlı bayrağın üzerinde herhangi bir işaret ekleme veya çıkarmak yasaktır. Bırakın eklemeyi veya çıkarmayı bayrağın boyutlarından yanlış üretmek bile cezai işleme tabidir. Bu nedenle ortaokul matematik kitaplarında bayrak ölçüleri diye bir konu bile vardır.

Amma Kemalist zevatın mitinglerde bolca kullandığı Atatürk’ün kalpaklı figürünün bulunduğu bayrağa kimse gıkını bile çıkartmaz. Hukuk susar, vicdanlar susar.

Bakın buradan söylüyorum yarın bir gün birisi Atatürk resmi ile beraber hırsızlık yapsa yahut ne bileyim birine tecavüz etse hukuk ceza vermek konusunda çok zora düşebilir

Ergenekon sanıklarından Org. Hurşit Tolon’un Jandarma Genel Komutanı iken Atatürkçü Düşünce Derneğine, Genel Komutanlığın 5 Milyon dolarını nasıl hibe ettiğini 2. iddianamede okuduk. Ama hırsızlık işinin içinde Atatürk ile ilgili bir vakıf olunca hukuk susuyor

11 Kasım 2009/Çarşamba
entropi

Demokrasi Canavarı



Domuz gribi aşısının okullarda vurulma oranı sadece %5’de kalmış.Bunun nedeni olarak şunları sayabiliriz;

· Başbakanın kendisinin ve ailesinin aşı olmayacağını açıklaması,

· Hükümete karşı sırf muhalefet etmek için muhalefetin yaydığı dedikodular,

· Medyanın sırf reyting adına hastalığı ve aşıyı karikatirüze etmesi,

***

Ama aşının vurulma oranının düşük kalmasının esas sorumlusu bunların hiçbirisi değil. Esas sorumlusu demokrasidir.

Demokrasi denen saçmalığın Ak parti hükümeti ile beraber nerelere geldiği en acı göstergesi aşının vurulma oranının %5’de kalmasıdır.

Ülke kurtarmayı kahvede lak lak yapma zanneden, ortalama eğitim düzeyinin ilkokul 4. sınıf bile olmayan bir millete demokrasi kültürünün gelişmesi adına “çocuğa aşı vuralım mı?” diye sorarsanız sonu % 5 olur.

Doktor “neyin var ablacığım” dediğinde. “Ne bileyim doktor bey oğlum karnıma doğru şişleri sokup sokup çekiyorlar” cevabını verecek kadar sağlık bilgisi kendi derdini anlatmaktan aciz olan bir millete aşı gibi komlike bir konuda fikrini sormak da ne oluyor?

Bugüne kadar 1. sınıfta, 5 sınıfta, 9 sınıfta öğrencilere aşı vurulurken velilere soruldu ki bugün soruluyor.Sağlık konusunda bir milletin kaderi kendi insiyatifine bırakabilir mi? Sokaklarda daha düne kadar arabalarla gezilerek çocuk felci aşıları vuruluyordu. Bugün öğrenmiş bulunuyoruz ki (Sağlık bakanı açıkladı) Avrupada çocuk felcini tamamen yenen ilk ülke olmuşuz.Bu aşıyı vurulmakta velilerin insiyatifine bırakılsa idi acaba dün bu aşıyı vurulan çocukların kaçı bu aşıyı vurulurdu? Kaçı çocuk felcinden ölürdü?

Madem demokrasiye sağlık konusunda bile bu kadar bağlıyız. O halde kuduz köpeğin yaşadığı mahalle ve köyleride karantinaya almayalım.Seçim yapalım veyahut ne bileyim özgür iradelerine (şeytana) bırakalım. Bakalım ne olacak.

Bizim kültürümüzde başına buyruk hareket etmek varmıydı.Hani şeyhi olmayanın şeyhi şeytandı. Her bilenin üstünde hani bir bilen vardı. Şimdi ne oldu demokrasi denilen, medeniyet denilen gizli canavar sağlık konusunda bile kendi kendine karar verme hakkını bize verince hepsini unutur mu olduk.

Demokrasi bize önce yöneticileri, günümüzdeki padişahları, vekilleri seçme hakkı verdi. (yada aslında biz öyle sandık) Ardından moderniz mi dayatarak kendi karşı cinsten arkadaşlarımızı seçme hakkını verdi, daha da ileri giderek ilişki yaşama hakkını verdi, hatta bazı ülkelerde karşı cinsi değilde hemcinsle nikahlanma hakkını bile verdi (misal Hollanda).

Şimdi ise daha kötüsü oldu iş sağlık konusuna geldi. Domuz gribi gibi bir meselede bile aşı olup olmama özgür iradelere verildi. Bunu birde her şeyini demokrasi ipine bağlamış (bir zamanlar o ipe araç derdi) başbakan bile savundu. Ne imiş efendim cebren aşı vurulamazmış. O zaman kuduz olan mahalleleride karantinaya almayın cebren insanların neden özgürlüğünü kısıtlıyorsunuz.

Bakın efendim;

Demokrasi denilen yapı sistem her yerde uygulanamaz. Bu maya her yerde tutmaz. Demokrasinin ortalama eğitim düzeyi 12.sınıf olan İngiltere’de fevkalade sorunsuz uygulanabilir.Hatta hayırlı sonuçlar bile doğurabilir. Ama ortalama eğitim düzeyi ilkokul 4. sınıf olan ve hala 10 milyon kadar okuma yazması olmayan kişinin olduğu bir yerde uygulanması pekde hayırlı sonuçlara sebeb olamayacağı pek açıktır.

Şimdi efendim ne diyor bu adam. “Dağdaki çobanla benim oyum bir olamaz” diyen zevatın peşine mi takıldı diye hemen yaftalamayın.Tabiki insanları zenginliklerine göre veya dış görünüşlerine göre sıralamıyorum. Ama sağlık gibi hayatı gibi bir konu (öyleki bu konu sadece sizi değil mikrop yoluyla çevrenizdekileri etkiliyor) milletin ortak iradesine bırakılmamalıdır.

Herkese, her şeyin sorulduğu ve herkesin, her şeyi bildiği bir ülkede ne olur sağlık işini millete sormayın cebren de olsa müdahale edin.

Haftanın Sorusu

Takriben 70 milyonluk bir ülkede.Risk gurubunda bulunanların sayısı 40 milyon kadardır
Başbakanın “ben aşı olmayacağım” diye zırvalanmasından önce aşı olacağım diyen kişi sayısı risk grubundaki kişi sayısının %70’i kadardır. Bu açıklamasından sonra ise bu rakam risk grbundakilerin % 10’una kadar düşmüştür.

Fakat başbakan hızını alamayıp “ailemdede kimse aşı olmayacak” diye zırvalayınca bu oran risk grubundakilerin % 5’ine kadar gerilemiştir. Başbakan iki açıklması arasında fikrini değiştiren insan sayısının tüm ülkedeki nufusa oranı kaçtır?

(Not:Gidiş yoluna puan yok , pi sayısı 3 alınacaktır )

Haftanın Çoktan Seçmeli Sorusu

Başbanın bu açıklamalarına karşın siz sağlık bakanı olsaydınız ne yapardınız?

a)İstifa ederdim.

b)Burası jopanya’ mı canım istifa edeyim.

c)Tıp profosörü olan ben miyim başbakan mı? diye düşünür. Sonra bu millet tıbbi bir konuda bile neden lidere bu kadar bağlı diye kafamı taşlara vururdum.

d)Olanların hepsini ileride kitap olacak olan günlüğüme yazardım.

e)Akşam gider hanıma dert yanarım. Ondan Hz Aişe şefkati beklerdim.

                                                                                                                         26 Kasım 2009/Çarşamba
                                                                                                                                                      entropi

Bu Takımın Ruhunu Çalmışlar

Ben kişinin sevgilisiyle buluşmasına – vuslata - yürüyerek gitmesi gerektiğine inananlardanım. Yoksa canım oturduğun yerden kalk düğmeye bas 2 adım at durakta in ve sevgiliyle buluş. Emek vermeli insan. Yürümeli, yorulmalı ve beyine oksijen gitmeli.Hatta mümkünse nefes nefese kalmalı.

İşte Galatasaray maçına gitmek için buluşma yeri olarak stadyumun önüne değilde Cevahir alışveriş merkezinin önünü bu yüzden seçmemiz bundandı.
Evet yaklaşık 2 yıl sonra bir Galatasaray maçına arkadaşımın illegal yollarla elde etmiş olduğu biletle gidecektik. “Biraz önce sevgilim diyordun, insan hiç sevgisine illegal yollardan yemek ısmarlar mı?” diye sormayın. Sevgili size sormadan saçma sapan harcamalar yapıp (7 milyon dolara Elano) bu harcamaları sizin sırtınızdan çıkartırmaya çalışırsa (Kapalı tribün bileti 100 TL). Sizde sevgiliyi illegal yollardan memnun edersiniz.
***

Buluşma yerine yaklaşık 15 dk kadar geç kaldığım için arkadaşım, aradı ve "ne zaman gelirsin? " diye sordu. " Istanbul ne zaman izin verirse" dedim.

Sayısal ilimlerle cebelleşenler bilirlerki sonuçu etkileyen en büyük etken problemin içindeki değişkenlerdir. Ne zaman gelirsin sorusunun cevabı da tabiki İstanbul değişkenine bağlıydı.
İnsanların depresyonda olup olmadıklarını yani psikoljilerinin bozuk olupmadığını davranışlarındaki düzenlilikten gözlendiğini biliyoruz. Yani davranışlardaki düzensizlik,kişinin psikoljisinin bozuk olduğunun en büyük göstergesidir. İşte her yerinde düzensizlik olan bu şehrin psikolojisinin bozuk olduğu kanısına buradan vardım. Yoksa Yenibosnada kaza olduğunda Osmanbey de trafik sıkışmasını başka neyle açıklayabilir.
***
İşte bu psikoljisi bozuk şehirde 20 dakika kadar geçte olsa stada yakın bir yerlerde buluştuk. 15 dakika kadar yürüdükten sonra stadyuma ulaştık. Sevgiliyle buluştuk.
Aşk için bir çok tanım vardı elbet. Ama bu akşamki sahtekarlığa en uygun olan Civan Canovanın Ful Yaprakları (Şu anda devlet tiyatrosunda sahnelenmekte olan bu oyuna, içinde nihilizm ve tanrının adaletinin sorgulanması gibi bir çok çetrefilli konu olsa da gitmenizi şiddetle öneririm) isimli piyesinde olandı. Canova aşkı; "Beğendiğimiz bedenlerin içine olmasını istediğimiz ruhu yerleştirmemiz" olarak tanımlıyordu.
Evet bedenler, suretler tanıdık ve tamda istediğimiz gibiydi. Arda, Keita, Kewell,Elano,Nonda, Servet yani herkes sahadaydı. Ama eksik olan bedenlerin içinde olmasını istediğimiz ruhtu. Takım içerisinde ruh eksikliği vardı.
İngiltere liginde başarı çalışmayla ve harcanan parayla doğru orantılıdır. Ama Türkiye’de bu böyle değil. Türkiye her şeyin olduğu gibi futbolunda ametör ruhla – duygularla – oynandığı bir ülke. İşte bu nedenle başarılı olmak isteyen takım ruhunu asla kaybetmemeli.
Buranın yüzü ne kadar batıya dönük olsada doğu toplumu olduğundan bi haber olan Rejkart’ında en büyük eksiği tamda buydu aslında . Doğu toplumları futbol ruhla oynanır. Elanoyla falan oynanmaz.
Türkiye’de yabancılarla, parayla şampiyon olunmayacağına çok gördük. Yoksa kurulduktan 15 yıl sonra 6 şampiyonluk yaşayan Trabzonspor efsanesi nasıl açıklanabilir. Bırakın yabancı futbulcuyu, parayı, pulu Trabzon şehri dışından dahi futbolcusu bulunmayan bir takımın İstanbul takımlarının egemonyasını sonlandırıp (bölgesel emperyalist güçlere karşı) şampiyonluğu ancak ve ancak ruhla açıklanabilir.
Ondan bundan 6 yiyen ve 7 eksiği bulunan Büyükşehir Belediyeye karşı 15 dakika mahkum oynamak ancak ruhsuzlukla açıklanabilir.
Maç sonrası yırtılan formasının neden yırtıldığıyla ilişkili soruya “formamı yırtmasıydım, hırsımdam hakemi öldürebilirdim. Hırsımı bastırmak için formamı yırttım” cevabını veren ve hem ruhu hem bedeniyle oynayan Mustafa Sarp’ı gözlerinden öpüyorum
Maçtan sonra arayıp, bedenizi sinirlendirmeye çalışan arkadaşlara söylediğim sözü burayada yazayım “Benim kadar üzülmeniz için, benim kadar sevmeniz lazım”

Bu arada maç sonrasında maçın hakemi Hüseyin Göçek’in validesinin pekde mazbut bir kadın olamdığını ve stadyumdaki bir çok kişinin kendisiyle izdivaç talep ettiğini işittim. Bu nedenle Galatasaray taraftarına kınadığımı belirtmek isterim.
Eski bir kamyon yazısı der ki; “Kimileri anısıyla anılır, kimileri anasıyla”. Sanırım bu hakemde anasıyla anılanlardan.
11 ARALIK 2009/Cuma
entropi