22 Kasım 2010 Pazartesi

Özer Özel - Demedin mi?

İşte Hayat


Kader adına bir kitap dolusu, cümleye değer bir fotoğraf. Ama genede her şeye rağmen fotoğraftakine değilde, çekene yarar. Alınacak ödül, para ve belkide ardından gelecek kariyer fotoğrafçısını yarayacaktır.Tıpkı Afrikada açlıktan ölmekte olan sıska bebeği yemek için bekleyen akbabayı çeken Fransız fotoğrafçının fotoğrafı gibi...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Ayrılış
















Köfte yaptım, ellerimdeki kadere ve soğana razı oldum…

Ve fakat yine, yeniden “akıntıya” bir türlü dâhil olamadım. Sorun nehrin derinliğiyle, genişliğiyle yâda akıntının şiddetiyle alakalı değil, zira onlar sonraki aşama. Sorun “suyla” alakalı. Suya giremiyorum.

Bilenler bilirler ki; “yüzme” soğukkanlı davranarak, bekleyerek yâda ne bileyim yavaş yavaş öğrenilmez. Yüzme öğrenmesi gereken çocuk alelacele, bağırışlarla suya atılır. Asla acınılmaz. Çocuk suda çırpınırken, “ha boğuldum ha boğulacağım” derken yüzmeye başlar. Yoksa suya alışayımla falan uğraşılmaz.

Zira insan cennete aittir, “değişiklik” falan istemez aslında. İstediği tam olarak “güven” ve “rutindir”. Değişiklik gibi şeyler “nefse” zarardır. “Korkuya”, “kaygıya” ve “ümitsizliğe” yol açar. “Travmatik” sonuçları dahi olabilir.

Değişiklik “ayrılıştan” gelir aslında. Herhangi bir şeyi “terk etmeden” değişiklik olmaz.

İnsan önce cennetten ayrıldı. Sonra ana rahminden, sonra anne sütünden yani memeden, sonra belki okula başladı anneden ayrıldı, sonra üniversitede yâda lisede evden ayrıldı, yâda belki askerde evden ayrıldı, sonra aileden ayrıldı evlendi, sonra ölümler başladı birileri ondan ayrıldı, belki annesi belki babasını tamamen kaybetti. En son ise ayrılışların en bilinmezi oldu ve kendisi de dünyadan ayrıldı.

Sonuncusu hariç tüm bu ayrılmalar bir tür travmaya yol açar. Kişiliği geliştirir, bakış açısını genişletir, bazılarında sanatsal etkilere bile yol açar ama hemen herkesi duygusallaştırır. İnsanın yaşlandıkça duygusallaşması bu ayrılıkların artmasındandır zira.

İnsan her sıkıntıda eskiye, ayrılmadan önceki hale geri dönmek ister. Bilir ki acısını ancak maziye dönmek dindirecektir. Bu yüzden “depresyona” giren birçok insan dizlerini karnına çekerek bir süre bekler. Bu ana rahminde ki ceninin duruş pozisyonudur. Tam olarak o ilk ayrılışa gitmek ister. Kendini en rahat, en güvende o pozisyonda hisseder. “Emniyet-güven” her şeydir zira. Her sorunun ilacıdır.

Bu ayrılışların faydası da vardır tabi ki. “Özgürlüğü” getirir beraberinde “özgüveni” artırır, “üretimi” artırır insanın içindeki “cevheri” ortaya çıkarır ve hatta “yetenek” bu gibi hallerde fark edilir. Hele birde sanata yol açarsa ne ala ne mutlu.

Yoksa sürekli annesinin, ailesinde himayesinde olan biri “zavallıdır”. Ne özgürdür, ne özgüveni vardır, ne üretebilir, ne de yeteneklerini ortaya çıkarabilir. Ama şurası kesin ki güvendedir, emniyettedir. İçindeki “insan” değil ama “hayvan” rahattır. Nefsi zirvededir.

İşte en kötüsü “araf” da yani arada kalanlara olur. Onlar suya girmekle girmemek arasında olanlar, nehrin kenarında, kumsalda bekleyenlerdir. Ne hayvanı rahattır, ne insanı. Ne tam özgürdür, ne tam emniyette. Zavallı bile değillerdir, adeta bir “hiçlerdir”.Araf da olup cennettekilerini izleyip,  iç geçirenlerden ,“ah keşke bende orada olsaydım ” diyenlerden farkları yoktur.

En iyisi ise su konusunu aşıp,s uya girip akıntıya da uymayanlardır. Kendi akıntısına, kendi doğrusuna gidenlerdir. Ne mutlu onlara…

Şu “kapitalizmin”, “modernizmin” hâkim olduğu dünya da kurallara uymayıp özgür olabilenler pek şanslı. İşte onlar hem “annesini” hem “karısını” idare edenler gibi sabır abidesidi olan, hem “dünyasını” hem “ahiretini”, hem hayvanını hem insanını memnun ederek kurtarabilenlerdir.

Siz siz olun ne yapın ne edin onlardan olun ama asla insanınızı hayvanınıza ezdirmeyin.

Kim bilir belki bir gün Kafka’nın “Dönüşüm” ündeki Gregor Samsa gibi yatağımızda bir “böceğe” dönüşmüş şekilde uyanırız.

entropi 

14 Kasım 2010 Pazar

Kurban - Bedel


"Kesmek” İbrahim’i bir eylem olarak bilinir şu mukaddes tarihte. Bütün kesmeler Hz İbrahim ile başlamıştır sanki. Her daim onunla anılır. Korkuyla ve ümitle. Asla ümitsizlikle değil ama.

Gördüğü rüya sonucu oğlu İsmail’i kesmeye götürende oydu. Kendi cinsel organını kesen de.

Bir rüya görüp onun etkisinde kalmak gören için bahane olabilir. Peki ya diğeri. İsmail’in yaptığı. Görmediği rüyadan kendisinin ölmesi pahasına etkilenmek.

Bazısı buna iman diyor. İnsan gördüğü şeye inanır, görmediği şeye ise iman eder…

İbrahim rüyayı yanlış yorumlayışının bedelini Allah’a koç kesmekle ödedi. Zira  “kesmek” fiilinin bir anlamına da “bedel” ödemektir. “Kesinlikle” ifadesi de “Kesmek” den gelir.  Kesip atmaktan.

Dünya tarihi de bu bedel ödemekle şekillenir adeta.

Hristiyanlar tüm dünyanın özelliklede kadınların Hz Âdem’in yediği elmanın – ilk günahın - bedeli ödediğine inanırlar. İsa’nın çarmıha gerilişini bu ilk günahın karşılığı olarak görürler ve bu travmadan kurtulamazlar.
Orta çağ Avrupa’sında kadınlar yakılması da bundandı. Güya Âdem elmayı yemeyecekmiş. Hz Havva onu ikna etmiş. Bu bedeli bütün kadınlara ödetmek isteyen zihinler, tüm kadınları antichrist (deccal) ve cadı olarak gördü. Bedelini de ağır ödetti. Sayısı bilinmeyen yakılan yüzlerce kadın.

Bu yanlış öğreti –İlk günahı Hz Havva’ya atma fikri - İsrailiyat kaynaklıdır. Asr-ı Saadet öncesi Araplarının kızlarını diri diri gömmesi de bu fikir kaynaklıdır. Sonunda ne mi olmuştur.

Batı kilise etkisinden kurtuldu. İlerledi gelişti. Kaostan Kozmosa. Karmaşadan düzene geçti. Âmâ bu yaşananlar çok büyük travmalara yol açtı. 18. Yy da batı da çok abzürd bir feminizm hortladı. Kendi bedeninin kullanılmasına tepki göstermeyen fakat anne olmaya tepki gösteren bir acayip yapı. Doğala, fıtrata direnen sonradan eklenene ses çıkartmayan bir çarpıklık.

Ve kaybolan ahlak ile onun yerine alan insanı makine gibi gören duygulardan uzak suni bir etik anlayışı. Olmayan bir adalet ve onun yerine geçen gene duygulardan uzak bir hukuk bütünü.


İlk sünnet olanın da Hz İbrahim olduğu bilinir. Kendini kestiği söylenir. Bunu,  zina yapmayacağına söz verdiğini Allaha, aralarında ki anlaşmanın sembolü olarak kendi cinsel organından bir parça vermek için yaptığına inanılır. 

İşte ev alanın, araba alanın ya da ne bileyim başından zor olaylar geçenin kurban kesmesi bundandır. Bedel ödemekten kaynaklanır. Batı tarzı travmalara yol açmayacak kısadan bir bedel ödemek. Allah’ın engin rahmetine sığınarak bedel ödemek.

Sizin de bu kestiğiniz  kurbanlar bütün senenize bütün ömrünüze bedel olması dileğiyle. Kanla ve adaletle ve illa rahmetle...

14 Kasım 2010/ Pazar
entropi

1 Kasım 2010 Pazartesi

Bir Devrimci; İvan ERGİÇ


Devrimci; en kaba ,en saf anlamıyla mevcuttan rahatsız olan ,var olanın olduğu yeri haketmediğine inanan kişi olarakta tanımlanabilir.

Gerçek anlamda bir devrimci ise; toplumun önünde giden, çoğunluğa yada popülere uymayan, akıntının tersine gitmeye çalışan, bir işin aslından koptuğunu, amacından saptığını en önce farkedendir.

Size tam anlamıyla bir devrimciden bahsetmek istiyorum.

Bursaspor’lu İvan Ergiç’ten

Sırp asıllı birine sempati duyabileceğimi bırakın hayal etmeyi, rüyamda görsem hayra yormazdım. Bilakis rica edeceğim, bunu faşizan bir yaklaşım olarak görmeyin.Bunun pek tabiki bir yaşanmışlığı vardır.

Doksanların başında balkanlarda müslüman başnaklara yapılan eziyet ve zulüm bende bu toplum nazarında “kurunun yanında yaşıda yakmamak lazım” öğretisini öldürmüştü.


İşte tüm bu yaşanmışlıkların oluşturduğu ön yargıların bir kısmı İvan Ergiç’in Türk futbol camiası içerinde yaptıklarını görünce yıkılmaya başladı. Bir tane bile olsa bir Sırpa sempati duymaya başladım. Sanırım bu yüzden “futbol asla sadece futbol değil”.

Yaklaşık 2 yıldır Türkiye’de futbol oynamasına rağmen Türkçeyi en iyi konuşan futbolcular arasında olmasından tutun, endüstiyel futbolu bu kadar samimi eleştirmesine kadar her hareketi ile farklılık yaratan Ivan son yaptığıyla, aslında var olanın olmaması gerektiğine bizi inandırdı.

Ne mi yaptı İvan?

Gitmiş Bursaspor Mancester United şampiyonlar ligi karşılaşmasına 630 tane bilet almış ve ekonomik durumu müsait olmayan futbolseverlere dağıtacakmış.

Çoklarının aklına, devrimcilikle bedava maç bileti dağıtmanın ne alakası var diye bir soru gelecektir.

İşte onlar için bekletmeden cevap veriyorum;

Taraftar desteği için, yerini sağlamlaştırmak için, popülerliğini devam ettirmek için, yetersizliğini saklamak için v.b sebeplerle, bilet alıp bedava dağıtıp kendisine tezahurat yaptırtan futbolcu, yönetici, teknik direktör ve hatta yorumcu v.b bolca olduğu bir modernist futbol ortamında bütün bunlara, tüm futbol sistemine karşı çıkarcasına sadece insanlara maç izlemesi için bedava maç bileti dağıtmak tam anlamıyla işin aslından çıktığını, amacından koptuğunu anlayıp isyan etmek ve tepki koymaktır. Bu tepkiyi koyanda neresinden bakarsanız bakın devrimcidir.

Futbolcu en nihayetinde kendisine doğru 4-5 metreden bile sertçe gelen meşin yuvarlığı vücudunun herhangi bir yeri ile ne kadar hızlı durdurup ne kadar hızlı hareketlendirdiğine göre sıralandırılabilir. Buna yetenek denir. Bu yetenek öyle menem bir kuştur ki; İyi-kötü, güzel- çirkin, tembel-çalışkan veyahut ne bileyim ahlaklı- namussuz ayırt etmez herkese konabilir. Zira dünya imtihan dünyası diye buna diyorlar olsa gerek. Eşitsizliği görüp isyan etmeyenler kazanıyor bu imtihanı.

İşte bu yetenek bir yere kadar sizle devam ediyor, bir yerden sonra Ivan da olan o devrimci ruh, yada bir başkasında olan güzel ahlak yada vicdan gibi kavramlar devreye giriyor. Ve ölene kadar sizi bırakmıyor. Kolunuzdaki bir diğer altın bilezik falan olmuyor bilakis kolun ta kendisi oluyor.

Ne mutlu İvan gibi 3 kollu olanlara.

01 Kasım 2010/Pazartesi
entropi