21 Ekim 2008 Salı

SANIKTAN SORULDU



“Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü bir vatandaşı olarak Kuran’a el basarım ki biz teknoloji kurbanıyız; âşık olduğum kadına tecavüz etmem

Bu yemin 4 sene evvel sevgilisi Gamze ÖZÇELİK’E tecavüz etmekten yargılanan Gökhan DEMİRKOL’ UN mahkemede kurduğu cümlelerden biridir. Dün internette dolaşırken rastladım. Ve yaklaşık 15 dakika güldükten sonra kendi kendime şu kanıya vardım ki; adam Türkiye’yi çözmüş.

Ben yeminlerin varlığım Türk varlığına armağan olsun gibi ulusalcısını, terbiyesiz evladıyım gibi delikanlısını, ekmek musap çarpsın gibi emekçi öğeler taşıyanını, ölümü gör gibi dinle bağdaşanını çokça işittim. Ama bu kadar karışığına, siyasisine ve ideolojik edebiyat ile dini öğeleri harmanlayan bununla da yetinmeyen içine teknolojiyi ve aşkıda sokup bunları bir potada eritenine ilk kez denk geldim.

Yani bu yeminden de anlaşılacağı gibi iğrenç bir kişilik ve aynı iğrençlikte olan eylem tanımı ile karşı karşıyayız.

Bu yemin benden evvel başkasında dikkatini çektiğimi bilmiyorum. Ama sırf bu cümle için bile bir doktora tezi yazılabilir.

Bu güzel ifadeyi kabasından irdeleyecek olursak;

Adamın hem laik, hem Atatürkçü, hem de cumhuriyetçi olduğu ilk bakışta anlaşılıyor.

İfadenin biraz özeline indiğimizde ise bu üç kelimenin(laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü) birleşimden de adamın milliyetçi olduğu kanısını da rahatça varılabilir.

Biraz daha özele indiğimizde ise; Türk vatandaşlığını kazanmak için, bu özelliklere sahip olunacağı gerekliliğini zannedecek kadar da hukuk bilgisinden yoksun olduğu söyleyebiliriz. Hatta bence zorlamadan lisedeki vatandaşlık dersinden bile kaldığı sonucuna bile ulaşılabilir.

Herkesin hukuka ve vatandaşlığın nasıl elde edileceğine dair bilgisi olmayabilir bu nedenle bu adamı suçlayamayız. Ama adamın tuttuğu avukatın onu bu konuda uyarmamış olması avukatı açısından tam bir hukuk faciasıdır.

Bu avukat için yapılabilecek iki tahmin var. Ya bilerek ve isteyerek Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinin ve bu ilkelerinin kazanımlarının arkasına sığınıyordur. Özetle başbakanımızın deyişle Atatürk ilkelerini tecavüzü alet ederek Cumhuriyetin temel kazanımları üzerinden siyaset yapmaktadır. Yada avukatın hukuk bilgisi gayet zayıftır.

Bu ifadeden ilk bakışta yapılacak tespitlerden biride; adamın yüce kitabımızı tecavüze alet ediyor olmasıdır. Yaptığı rezilliğin tecavüz olmayıp gönül rızasıyla olduğunu bir an için düşünsek bile, yüce dinimizin buna bile izin vermeyecek olmasını bilmeyecek kadar din bilgisinden yoksundur.

Bu adamı, bu kadar kusuru varken dinimize bilmemekle yargılamam.

Ama videoyla sabit olan bir eylemi meşru göstermek için bilmediği dini kullanarak yemin edecek kadarda aşağılık biri olduğunu söyleyebilir

.Bu olayın kahramanlarından biri olan Gamze ÖZÇELİK’ İNDE mahkemeye boynunda ALLAH yazılı kolyeyle gelmesi ve mahkemeden sonra gittiği umreyi televizyonlara reklâm yapması bize onunda aslında cinsel eşinden hiçte aşağı kalmadığını, onunla aynı sorumluluğa sahip olduğunu gösterir.

İfadenin devamından rahatça anlaşılabileceği gibi “teknoloji kurbanı” olduğunu iddia eden biriyle karşı karşıyayız.

Cep telefonundan video çekmenin ve internete amatör video(youtube v.b) yüklemenin şimdiki gibi popüler olmadığı dönemde bu eylemleri gerçekleştirebilen birinin teknoloji kurbanı olmasını iddia etmesini yalancılıktan başka bir şeyle açıklanamaz

Şimdi gelelim ifadedeki benim en sevdiğim bölüme.“Âşık olduğum kadına tecavüz etmem”

Bu ifade üzerinde biraz düşünüldüğünde adamın romantik olduğu söylenebilir.

Mum ışığıyla, pırlantayla, şampanyayla v.b. özdeşleşen romantizm kavramının bu olaya alet edilmesinden hiç gocunmadım. Çünkü bence romantizm tecavüzü gönül rızasıyla yapmanın ön safhasıdır.

Bizim kültürümüzün çoğu yerinde Mevla ya olan aşka ulaşmak için Leyla ya olan aşkı kullanıldığını çokça okumuş ve işitmişizdir. Hem bu nedenle hem de kendimde de hatırası bulunduğundan, aşk gibi ulvi bir kavramı tecavüzle birlikte kullanmasından rahatsız oldum.

Bu ifadeyi veren Gökhan DEMİRKOL hakkında google yaptığım basit araştırma neticesinde şahsın Darülşafaka Lisesi mezunu bir basketbolcu olduğunu öğrendim.

Bildiğim kadarıyla Darülşafaka Lisesi devletimizin Osmanlıdan miras aldığı güzide ve tarihi bir eğitim kurumudur. Bu okulda yetim ve muhtaç çocuklara anasınıfından başlayarak eğitim verilir. Devlet buradaki çocuklara hem analık hem babalık yapmakta, üniversite sınavında ek kontenjan vermekte, memuriyette ve askeriyede öncelik sağlamaktadır.

Yani bu okul, daha düne kadar hali içler acısı olan çocuk yuvalarıyla karıştırılmamalıdır. Bu okul mezunu çocuklar 18 yaşından sonra sokağa atılmazlar. Bu çocuklar iş sahibi olana ve aile kurana kadar devletimizin pozitif ayrımcılığına uğrarlar. Darülşafaka Lisesinin cumhuriyetten sonraki ünlü mezunlarına bakacak olursak yazar Aziz NESİN, ilk nü ressamımız Kasımpaşalı HİLMİ, 28 Şubat döneminin oldukça aktif olan şimdinin emekli orgenerallerden OYAK holding genel müdürü olan Coşkun ULUSOY gibi isimlerine rastlarız. İşte size ahlak verilmeden sırf eğitim verilerek yetiştirilen iğrenç ve sayısı hiçte az olmayan iğrenç örneklerden birkaçı daha.

Darülşafaka Lisesinin Osmanlıdaki görevini bakıldığında ise ismini Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye olduğu ve savaşlardaki yetim kalan çocukları alıp devşirip devlete kazandırılıp halkın yararına kullanıldığı görülür. Bu okulun Osmanlı devrinde verdiği ünlü mezunlara bakacak olursak Mimar SİNAN, Piri REİS ve Sokullu MEHMED Paşa gibi isimlere rastlarız.

İşte sizi aynı kurumun 2 ayrı devirde verdiği mezun örnekleri. Varın karşılaştırmayı siz yapın

İfademize geri dönecek olursak. Cümleyi tümüyle birlikte incelediğimizde devletimizin meşru gördüğü Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi, teknolojiyi aktif şekilde kullanabilen, yalan söyleyebilen, romantik, aşkı batı fikriyle anlayan, iyi eğitim aldığı hissini veren, aldığı bu kötü eğitimi de kız düşürmek için kullanan, dini bilmeyen, uygulamayan ama gerektiğinde dini kavramları kullanabilen ve onlar üzerinden yemin edebilen (işi bilmeyen, işe gitmeyen ama gerektiğinde işe giden), insan tipi ortaya çıkar.

Bu yazıyı yazarken aklıma ilkokul yılların geldi. Ben ilkokulu şişlide bir devlet okulunda okudum.4.sınıf itibariyle okumuz ikili öğretimi (halk arasında sabahçı öğlenci tarifesini)bırakıp tekli öğretime geçmişti. Bu geçiş neticesinde okuluma 100 m uzaklıkta olan özel bir ilkokulun öğrencileriyle çıkış saatlerimiz çakışır olmuştu.

Bu zengin çocuklar okuldan arası üç dakika yürüme mesafesinde olan servislerine, aynı okulda arkadaşları olan kızların arkasından koşup eteklerini kaldırıp kıçlarına şaplaklar atarak, kahkahalar eşliğinde oynaşarak binelerdi. On yaşındaki çocuklarının bu hareketleri hangi cinsel dürtülerle yaptıklarını bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki; on yaşlarında bunları yapanlar otuz yaşlarına gelince de bu hareketi tecavüz kadar ilerletip hatta videoyla sabitlerler. İnsan yedisinde neyse otuz yedisinde yetmiş yedisinde odur diye buna denir.

Tavsiye: İleride üniversitelerde akademik kariyer yapmayı, askeriyeye girmeye, devlete memur olmayı hedefleyen arkadaşlara, siyasi görüşleri veya ideolojileri sorulduğunda, yukarıdaki tecavüzcü adamın ifadelerinden yapacakları bazı çıkarımların onlara çok yardımcı olacağını düşünüyorum.

Sesleniş: Buradan Ergenekon sanıklarına seslenmek istiyorum. Yukarıdaki basketbolcunun ifadesine biraz daha dini öğeler katarlarsa eminim ki ya tahliye olacaklardır yada cezalarının azalacaktır.
                                                                                                                                                        entropi

16 Ekim 2008 Perşembe

Necati Şaşmaz Şiirleri

AŞKIN NÖBETİ TUTTU


Aşkın nöbeti tuttu
Gül yüzünü görmedikçe ayılmaz
Ağzım dilini yuttu
Muhabbetin sahtesine açılmaz
Sevmeyi bilirsin
Acıyı tasayı bilmezsin lakin
Zaman davul senin mekanında
Tokmak senin elinde
Mekan hayallerinde
Hayal senin elinde
Sen istediklerinle cirit oyna
Ben isteyebileceklerimin sınırında
Volta atarım boyuna
Aşk sana oyun
Bana ibadet
Sesinin sihrine takılmış koyun
Bulamaz ülkende bir gülüş saadet

SEN VE DİKEN

Eteğinde olsa elim
Farzet ki bir dikenim
Zarar veremem sana...
İzin ver ki
Senle olmaktan
Mutlansın, sevinsin can.
Kokunu tatsın ruhum,
Kimse bilmesin senle olduğumu,
İstersen çıkar at beni.
Parmaklarından içtiğim bûseyle
Avuturum gönlümü

SESİN

Kimbilir hangi kıyıda sen?
Şarkılar mırıldanarak gezersin! ...
Susadığım sesin,
Yine hangi denize karıştı?
Avcılara sormalı seni.
Balıkları böyle sarhoş eden kim? ..
Muhammed Necati Şaşmaz

8 Ekim 2008 Çarşamba

SÖYLESEM TESİRİ YOK,SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL


Beyhude gamlanma divane gönül

Cümle alemin rızkını veren vardır

Yaptığın hatayı görmüyor sanma

Kalpte gizli en derin sırları bilen vardır

Mal-ı emlakım var deyu güvenme

Arkam var deyu dayanma

Sırt üstü insanı yere varan vardır

Beyhude gamlanma divane gönül

Cümle alemin rızkını veren vardır

Derdime vakıf değil canan

Beni handan bilir

Hakkı vardır şad olanlar

Herkesi şadan bilir

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil

Çektiğim alamı bir ben birde Allah’ım bilir
Fuzuli

6 Ekim 2008 Pazartesi

Bizde şehit olsak kıyamet mi kopar?

Namık KEMAL unutulmaz eseri Vatan yahut Silistreden Abdullah Çavuş

4 Ekim 2008 Cumartesi

Can Dündarın Mustafa'sı

Can Dündar bunu nasıl becerdi bilmem ama tavşan dışkısı gibi ne kokar ne bulaşır, nev-i şahsına münhasır bir kişiliktir.

Babasının eski mit mensubu olmasından sanırım Türkiye’de her kişiyle ilgili belgelere rahatlıkla ulaşabilir ve rahatlıkla belgesel çekebilir.

Can Dündar hem Atatürk’le ilgili hem Ahmet Kaya ile ilgili hem de Said Nursi ilgili belgesel çekmiş ve çekebilecek tek insandır bu ülkede. Ankara’ya gitse Genelkurmayın arşivlerine rahatlıkla girebilir oradan çıkıp Barla’ya gitse Said Nursi’nin şahsi eşyalarını inceleyebilir ve hatta 45 yıldır bu davaya hizmet etmiş müritlerin bile el dahi sürülmediği 1950 model Chevrolet'ini bile çalıştırabilir. Sanırım “solcu ama adam gibi adam” unvanının kaymağı bu olsa gerek.

Deniz Baykal’ın “belgeseli beğenmedim” açıklamasına kadar, yukarıda saydığım nedenlerden dolayı pek fazla ısınamadığım tavşan dışkısı, bitaraf Can Dündar ağabeyimizin Mustafa belgeseline gitmeye pek niyetim yoktu. Ama Baykal beyin bu açıklamasından sonra gitmek boynumun borcu oldu ve gitmeye karar verdim.

Baykal’ın beğenmediği bu belgeseli hangi sinemada izleyeceğimde çok önemliydi. Seyircinin tepkisi daha rahat algılayabilmek için Kemalistlerin bolca bulunduğu İstanbul’umuzun CHP kokan Kadıköy ilçesinde izlemeye karar verdim. Atatürkçü Düşünce Derneğini tam karşısında bulunan bir sinemaya denk gelmekte Allahın bana bir lütfu olsa gerek dedim ve Altıyolda, boğa heykelinin 200 m kadar yukarısındaki Moda yokuşundaki bir sinemaya bilet aldım.

Belgesele gitmeye pazartesiye denk getirmemin tek sebebi sevgili cep telefonu operatörümün kampanyasından başka bir şey değildi elbette. Kampanyayı bilenler yanlış anlamasın belgesele maalesef her zamanki gibi bir erkek arkadaşımla yani iki sap gitmek zorunda kaldım.

Sinemadaki insan portföylerinden biraz bahsetmek gerekirse.30-40 kadar okullarından öğretmenleriyle gelmiş ortaokul çocuğu, sakalsız bıyıksız parlak derili Kemalist amcalar, cumhuriyetin en büyük neferlerinden olan ve yüzlerinde benim odayı badana edebilecek kadar boya bulunan ve sinemadaki her sahneye sesli yorum yapan menopozlu kokana teyzeler, koltuk altlarında cumhuriyet gazetesi olan ve kendini entelektüel zanneden gençler, ağzında bulunan bir haftalık sakızı dahi sesli çiğneyebilen eski açık kız kuruları(taktığı başörtünün hakkını veremeyen kızlar için arkadaşlar arasında bahsi geçtiğinde gülmek için benim uydurmuş olduğum bir terim, ayriyeten maça idenler bilirler bazı statlarda kale arkası için verilen isim),sevgilisiyle ele ele belgesel izleyen gençler ve ben ile arkadaşım Ahmet.

Sinemanın otuzuncu dakikası dolmak üzereyken yukarıda bahsi geçen bazı amcalar ve teyzeler kaldıramadıkları bazı acı gerçeklerden dolayı salonu oflayarak terk ederlerken, arkaları dönerek bize de “hadi sizde çıksanıza Atatürk elden gidiyor” bakışı attılar.

Belgesele gelecek olursak.

Belgesel Atatürk’ün insan yönü anlatılmış. Osmanlı Selanik’i kaybedene kadar sürekli memleketine dönme isteği. Annesine olan özlemi. Kuleli askeri lisesinden kalma Raks sanatçısı Monaya olan aşkı. Latife ile Fikriye’yi ikisini birden idare etme isteği ve ikisini de kaybedişi. Karanlık odada yatamayışı. Son günlerinde vuku bulan ölüm korkusu. Sigara,kahve ve içki gibi vücuda anlık keyifler veren maddelere düşkünlük vb özellikleriyle ilk kez insan Atatürk anlatılmış.

Belgeselde işlene temel konulardan biri Atatürk yalnız bir insan oluşu. Ama bir farkla; şu ana kadar son günlerinde yalnız olduğumu sandığımız Atatürk aslında hayatı boyunca yalnızmış da haberimiz yokmuş. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim bir devrimci için bu yalnızlık gayet normal.

Belgesel Atatürk’ün çok iyi seçilmiş eski fotoğraflarıyla ve Rumeli türküleri ezgileriyle dolu. Bu fotoğraflarda ilk dikkatimi çeken Atatürk’ün ilk zamanlar bıyıklı oluşu, Milli birliği sağlama aşamasında halk desteği alamayacağını anlayınca sakal bırakışı ve arkasından aldığı halk desteği. Devrimleri yaptıktan sonra ise hem sakal hem de bıyıklarını kesip şimdiki Kemalist amcalara benzeyişi.

Bu belgeselde dikkat çeken unsurlardan biride Vahdettin bahsi sanırım. “Bu kadına haddini bildirin” sözü ile hatırlayacağım Ecevetin de ölmeden evvel dediği gibi “Vahdettin hain olmadığı ve Atatürk’ü Samsun’a bizzat kendi gönderdi” gerçeği de ortaya çıkıyor.

Belgeselde Atatürk’ün devrimci yönü vurgulanmış. Milli birliği sağlarken yanını şehleri, hocaları ve kanat önderlerini alan Atatürk’ün ülke düşmanlardan kurtulduktan sonra, devrimleri yaparken bu kesimleri nasıl bir kalemde silişi, onlara rağmen kısa sürede kağıt üstünde yaptığı devrimi halkında benimsemiş olduğu yanılgısına düşmüş olduğu anlatılmıştır.

Belgeseli izlerken beni en çok etkileyen husus ise Atatürk’ün isteği ile Cumhuriyet gazetesi vasıtası ile başörtüsü bile değil çarşaf giyen bir halktan iki senede güzellik kraliçesi çıkartılmış ve bu kraliçeye askılı yarı çıplak bir elbise giydirilmiş olmasıdır. Bu sahneyi görünce şimdiki Kemalistlerin “İran gibi olacağız çarşafa gireceğiz” yakınmaları aklıma geldi. Aslında bu topraklarda seksen sene evvel tam tersi olmuş yani iki yılda Anadolu halkı çarşaftan yarı çıplaklığa geçmiş.

Belgeselde önemli bir hususta Türk tarih kurumunun yayınladığı Atatürk tarafından kaleme alınan Milli Birlik kitabının eksik iki sayfasının da yayınlanmasıdır. Genelkurmayın Atatürk ile ilgili tüm bilgileri içeren ATASE arşivlerinden Can Dündar tarafından bulunmuş olan bu iki sayfada; Atatürk’ün “İslâmiyet’in milli bağları gevşettiği, milli hisleri uyuşturduğuna inanıyorum ve bu nedenle iktidarı gökyüzünden, yeryüzüne indiriyorum” ifadesi ile birlikte Kürtlere demokratik özerlik sözü verdiğinin ortaya çıkmıştır.

Sanırım bu ülkede endişe etmekten, gerçekleri görmediğimizin bir kanıta da bu olsa gerek.

Belgeseli izleyince şu kanıya vardım ki; Aslında Atatürk’ün kendini sevdirmek gibi bir kaygısı yok ama şimdikilerin ve o zamanki etrafında bulunan dalkavukların böyle bir kaygısı var

Filmde izleyen insanları 3 kategoriye ayırabiliriz.1 kategori Atatürk’ün bu özelliklerini bilen ve bilinmesini istemeyenler.2. kategori Atatürk’ün bu özelliklerini bilen ve bilinmesini isteyenler.3 kategori ise Atatürk’ün bu özelliklerini bilmeyen ve belgeseli izleyince şaşıranlar. İlk 2 kitleyi kısmen entelektüel, 3. kitleyi ise kısmen avam kitle olarak tanımlayabiliriz

Belgesel çıkışında ise fazladan neredeyse hiçbir bilgi almadan çıktım. Bildiklerimi tekrarladım anlayacağınız.

Bu arada Can Dündar’da servetine servet kattı haberiniz olsun

15 Kasım 2008
entropi