15 Eylül 2010 Çarşamba

Hakem Masalı

















Simetriyi bozanı paylaşamamaktan oynanır futbol...

Başlangıçta iki takım, iki kale – yada kale yerine geçen iki taş- , iki yarı saha vardı. Her maç büyük bir eşitlik ve simetri duygusuyla sıfır sıfır başlardı. Simetriyi bozan tek şey meşin yuvarlaktı yani top. Sanırım bizde bu nedenle onu tekmelerdik.

Simetriyi, eşitliği bozanı paylaşamamak...

Onu da kazanıp rakipten öne geçmek...

Mahallede, okulun bahçesinde harale gürele topumuzu oynardık, Kavga da olurdu. Her şey samimiydi. Sorunlarımızı aramızda çözerdik. Bir kaç saniyede hemen hallederdik. Penaltıysa penaltı, golse gol, direk üstü ise direk üstü.

Arada bir taş kafalılar çıkmaz değildi hani. İnatçılık edip “illa benim dediğim olacak” diyenlerde olurdu.Bu arkadaşların öfkesindeki sahiciliğe saygı duyar. “Hadi bu seferde senin gönlün olsun” deyip suyuna giderdik. Zira her zaman haklı olmak değil, beraber oynamak önemlidir.

Maç hayata dahildi o zamanlar. “sahada oynanan sahada kalır” diyemezdik çünkü. Bilirdik çünkü o maç daha bir ay daha devam edecekti. Tenefüste, otobüste, derste...

Fakat günlerden bir gün sahanın kenarına ipsiz , sapsız, kış günü güneş gözlüklü bir adam peydahlandı. Diğer seyirciler gibi heyecanla maçı seyretmiyordu. Tam aksine ihtiraslı gözlerle sahaya süzüyordu. Kolundaki saati gösterek “size maçın kaçta bitmesi gerektiğini söyleyebilirim” gibi masum bir teklif yaptı. Bu teklifin ardından çıkan “ne faulü yaaa” tartışmasının arasına girdi ve cebinden çıkardığı düdüğü göstererek “ben hakem olayım, artık bağırmak zorunda kalmazsınız” diyerek sahaya girdi. Onun ne kadar tembel biri olduğu daha o an anlamıştım aslında. Sonraki maça iki arkadaşını da getirdi. “Bunlarda yan hakem olacaklar” deyiverdi bir çırpıda. “Neden?” diye sorduğumuzda ise “Ben tek başıma her yere yetişemiyorum, bunlar çizgi, ofsayt anlaşmazlıklarını çözerler” dedi. Böye böyle hakimiyeti kaptırdığımızın farkında değildik.

Eskiden aramızdaki mevzuları konuşarak, bağrışarak halleden bizlere ne olmuştu böyle? Kapitalizm etkisine girmiştik. Bir adam gelip; önce zamanın efendisi , iki arkadaşıyla beraberde mekanın efendisi oluvermişti.

Kendisine “sen kimsin, hakim misin?” dediğimizde, bizlere “hayır ben hakim değil, trafik polisiyim” demişti. Çokda haklıydı aslında. Bu adamların işi sahadaki adaleti sağlamak değildi, kapitalizmin gereği olarak futbolu hızlı oynatmaktı. Yani trafik polisiydi. Oyun için hızlı kararlar vererek, tartışmayı kısa keserek sürekliliği sağlamaktı.Trafik polisinin de işi trafikte akıcılığı sağlamaktı. Olan bir kazada ise adaleti görevi mahkemelere aitti.

Üstelik ilk zamanlar rıza, minnet sahaya giren adam. Artık bizi sahadan da atar olmuştu.

Günlerden bir gün ise “yok yedek kulubesine hakim olamıyorum, vay teknik direktörler maraza çıkartıyor ” diye bir arkadaşını daha aldı geldi. Artık dört kişilerdi yani.

Şimdi ise kale arkalarına hakim olamıyorum diye iki akrabasını daha alıp gelme niyetinde.

Oh ne ala ofsaytları yancılara, gol ve penaltıları kale arkasındakilere, kulubedeki arızaları ise 4. hakeme havale etmişti. Kendisi kraldı artık. Saha ortasına bir masa sandalye atması içten bile değildi .Gidişat onu gösteriyor artık.

Bizim çocuklar ise ne kadar çok olurlarsa o kadar adalet sağlanacak zannediyorlar. Bin kere söyledim halbuki “bu adamlar hakim değil, polis” diye.

Hakemin sayısı ile beraber kopartılan yaygarada büyüdü. Hadi biri görmesi, ikisi görmedi, altısıda mı görmedi bunların? Hakem sayısını artırmak çözüm değil zira. Hatta başlangıçtaki sayısına indirilmeli, yani sıfıra. Meraklayın sıfır olursa o topu elle çıkartan çocuk itiraz falan etmez, gider kendi eliyle topu diker penaltı noktasına...

entropi