24 Şubat 2011 Perşembe

Yumurta

































öldüğünde eve gitmek üzere yoldaydın.

araba kazası oldu. ölümcül bir kaza olmasının dışında sıradışı birşey yoktu. geride karını ve iki çocuğunu bıraktın. acısız bir ölümdü. ilk yardım ekipleri seni kurtarmak için ellerinden geleni yaptılar ama fayda vermedi. vücudun tamamen paramparça olmuştu. inan bana ölmen daha iyiydi.

ve işte benimle karşılaştığın zaman o zaman.

“ne… ne oldu?” diye sordun. “nerdeyim?”

“öldün,” dedim. hiç sözü uzatmadan.

“bir kamyon vardı… kontrolden çıkmıştı…”
“evet” dedim.

“ben… ben öldüm mü?”

“evet. ama kendini kötü hissetme. herkes ölür,” dedim.

etrafa baktın. hiçlik vardı. sadece sen ve ben. “burası neresi?” diye sordun. “ölümden sonraki hayat mı?”

“daha fazla veya daha az” dedim.

“sen tanrı mısın?” diye sordun.

“evet” dedim. “ben tanrıyım.”

“çocuklarım… karım,” dedin.

“ne olmuş onlara?”

“iyi olacaklar mı?”

“işte görmek istediğim bu,” dedim. “henüz demin öldün ve tek endişen ailen. bu güzel birşey.”

büyülenmiş gibi bana baktın. sana göre ben hiç tanrıya benzemiyordum. sıradan bir adam gibiydim. veya bir kadın. muğlak bir otorite gibi, belki. yüce bir yaratıcıdan çok bir edebiyat öğretmeni gibi.

“merak etme,” dedim. “iyi olacaklar. çocukların seni hep iyi hatrlayacaklar. büyüyüp seni hor görmeye vakitleri olmadı. karın belki ağlayacak, ama içten içe rahatlayacak. açık konuşmak gerekirse, evliliğin zaten yıkılmak üzereydi. bir teselli olacaksa eğer, ölümünden sonar rahatladığı için çok pişmanlık duyacak.

“oh,” dedin. “peki şimdi ne olacak? cennete mi cehenneme mi gidecem?”

“hiçbirine,” dedim. “reenkarnasyon geçireceksin.”

“ah,” dedin. “demek hindular haklıymış,”

“bütün dinler kendi içlerinde doğrudur,” dedim. “yürü benimle.”

boşluğa doğru büyük adımlarla yürüdük. “nereye gidiyoruz?”

“belirli bir yere değil,” dedim. “yürürken konuşmak güzel.”

“e o zaman bütün bunların amacı ne?” diye sordun. “yeniden doğduğumda, boş bir yazboz tahtası olacam, değil mi? bir bebek. önceki hayatımda yaptıklarımın ve öğrendiklerimin hiçbir ehemmiyeti olmayacak.”

“öyle değil!” dedim. “önceki yaşamlarında edindiğin tüm bilgiler ve deneyimler seninle birlikte. sadece şu an onları hatırlamıyorsun.”

durdum ve seni omuzlarından tuttum. “ruhun hayal edebileceğinden çok daha muhteşem, güzel ve devasa. insan aklı varlığının sadece küçük bir parçasını ihtiva eder. bu su dolu bir bardağa parmağını sokup sıcak mı soğuk mu olduğunu öğrenmek gibi birşey. küçük bir parçanı koca bir tanka koyuyorsun ve çıkardığın zaman o tanktaki bütün özütü almış oluyorsun.”

“son 48 yıl boyunca bir insan oldun, ama o engin bilinçaltını henüz tam anlamıyla genişletebilmiş değilsin. burada biraz fazla vakit geçirecek olursak herşeyi hatırlamaya başlayacaksın. fakat bu iki yaşam arasında bunu yapmanın hiçbir anlamı yok. “
“öyleyse kaç defa reenkarne oldum ben? “

“oh çok fazla. çok çok fazla. birçok farklı hayata doğdun.” dedim. “bu defa, milattan sonar 540 yılında yaşamış çinli köylü bir kız olacaksın.”

“ne? ne dedin?” diye kekeledin. “beni geçmiş zamana mı gönderiyorsun?”

“teknik olarak evet. zaman, bildiğin üzre, sadece sizin evreninizde var. benim geldiğim yerde durumlar farklı.”

“nereden geliyorsun?” diye sordun.

“oh tabiikı,” dedim “biryerlerden geliyorum. başka bir yerden. benim gibi başkaları da var. biliyorum oranın nasıl olduğunu bilmek isteyeceksin, fakat açıkcası anlatsam bile anlayamazsın.”

“oh,” dedin, biraz sakinleşerek. “ama bir dakka. eğer her defasında değişik zamanlara doğacaksam, zamanın bir noktasında kendimle karşılaşabilirim.”

“tabiiki. sürekli olur o. ve her ikisi de sadece kendi yaşamlarının farkında olurlar.”

“e o zaman bütün bunların anlamı ne?”

“ciddi misin?” diye sordum. “ciddi misin? bana yaşamın anlamını mı soruyorsun? birazcık klişe bir soru değil mi?”

“ama makul bir soru,” diye yanıtladın.

gözlerinin içine baktım. “hayatın anlamı, bütün bu evreni yaratmamın nedeni, olgunlaşman.”

“insanlığı mı kastediyorsun? olgunlaşmamızı mı istiyorsun?”

“hayır, sadece sen. bu evreni sadece senin için yarattım. her yeni hayatta büyür, gelişir ve olgunlaşırsın. her defasında idrakin daha da artar.”

“sadece ben mi? peki ya diğerleri?”

“diğerleri yok,” dedim. “bu evrende, sadece sen ve ben varız.”

boş gözlerle baktın bana. “ama yeryüzündeki bütün insanlar…”

“hepsi sensin. senin farklı reenkarnasyonların.”

“bir dakka. ben herkes miyim!?”

“işte şimdi anlamaya başladın,” dedim, sırtına hafif vurarak.

“yeryüzünde yaşamış her insane ben miyim?”

“veya yaşayacak her insan, evet.”

“ben abraham lincoln’üm.”

“ve onun katili john wilkes booth’sun” diye ekledim.

“ben hitler’im” dedin, korkuyla.

“ve onun öldürdüğü milyonlarsın.”

“mesih miyim?”

“ve ona inanan insanlarsın.”

sessizliğe gömüldün.

“ne zaman birine zulüm ve haksızlık etsen,” dedim, “kendine zulüm ve haksızlık ediyordun. yaptığın her iyiliği, kendin için yapıyordun. herhangi bir insanın yaşadığı her mutluluk ve üzüntüyü sen yaşadın veya yaşayacaksın.”

uzun sure düşündün.

“neden?” diye sordun bana. “neden bütün bunlar?”

“çünkü birgün, benim gibi olacaksın. çünkü sen busun. sen bendensin. benim çocuğumsun.”

“nasıl olur,” dedin, kuşkulu bir şekilde. “benim tanrı olduğumu mu söylüyorsun?”

“hayır. henüz değil. henüz ceninsin. hala büyüyorsun. her insanın hayatını yaşadıktan sonra, doğmak için hazır hale gelmiş olacaksın.”

“o zaman bütün bu kainat,” dedin, “bu sadece…”

“bir yumurta.” diye cevapladım. “şimdi senin için yeni bir hayata doğma zamanı.”

ve seni bir sonraki yaşamına gönderdim.

NOT: Yazının ingilizce orijinali şurada:

Hiç yorum yok: