7 Ocak 2010 Perşembe

Ulusal Takım Muallimi Kim Olmalı?


Efendim ne yalan söyleyeyim futbol seyretmeyi de, futbol yazısı yazmayı da çok severim. Futbolumuzun gerek Ermenistan maçıyla gerek Melih Gökçek’in Ankara Büyükşehir Belediyesinin ligden düşürülmesi nedeniyle siyasetle iç içe geçti. Ve arada yastık da yok.

Aşk-ı Memnu dizisindeki Behlül ile Bihterinin yarı üryan haldeki vaziyet-i aşklarından sonra yaptıkları “Arada yastık vardı” açıklaması halkımızın gönlüne bir nebze olsun su serpmişti vesselam. Ama aynı lakırdı siyasetle futbol ilişkisi için söyleyen olmadı.

Ama imdadımıza sevgili imparatorumuz yetişti de istifa etti. Bu sayede hem gündemi değiştirdi hem de siyasetle futbolu birbirinden ayırdı derken, milliyetçi Arda ile milliyetçi Rüştü’nün açıklamaları geldi. Ne imiş efendim “Türk hoca isterlermiş”. Bu açıklamalardan sonra Türk düşünce hayatının laik zevatından birçok isim, milli takım -onlara göre ulusal takım- hocasının kim olacağını ulusalcı eksende değerlendirmeye başladılar.

Bu değerlendirmeleri aşağıda rapor şeklinde hizmetinize sunuyorum.

Evvela; İmparator mahlaslı bir zatın ulusal takımdan terk-i diyar etmesi her bakımdan ala olmuştur. Neme lazım efendim bu “imparator” lafzı balık hafızalı milleti şuuruna nakşedilirde “saltanat geri gelsin” diye ayaklanıverirler.

Saniyen; Piyasada dolaşan Ertuğrul Sağlam ismi hem hanımının mesture hem de kendinin illegal cemaat mensubu olması sebebi “İmparator” mahlasından bile dahi vahim vaziyetler oluşturabilir. Hele birde futbolculara oruç tutmalarına falan izin verirse daha da önünü alamayız Allah muhafaza. Bu zatın şimdiki takımı olan Bursa sporda da muallimlik yapması da pek hayra alamet bir vaziyet değildir ve fakat şu an ulusal takım içün hatırlanmaması sebebiyle Bursaspor'da idame etmesi uygundur.

Salisen; Piyasada dolaşan diğer bir isim olan Abdullah Avcı da Ertuğrul Sağlam nispetinde olmasa da onunda önü kesilmesi gerekir. Şimdiki yeni yetmelerin deyimi ile CV’sinde Arda Turan, Aydın Yılmaz Kayseri spordan Ragıp ve Mehmet Erenler gibi isimleri alt yapıdan çıkarması, senelerce Ümit Ulusal takıma muallimlik yapması gibi referanslar bulunan bu zatında İstanbul Büyükşehir Belediyesinde muallimlik yapıyor olması ve mevcut iktidara yakın olduğu hepimizin malumudur. Bu nedenle bütün referanslar hatırlanmayarak milletin havsalasına dahi getirilmemelidir.

Devamen; İmdi en tehlikeli, en fitne fücur ve en caydırıcı ismi zikretmeye geldi. Kim mi? Tabi ki Hakan Şükür azizim. 22 sene bil fiil profesyonel futbol yaşamı olan, 250 in üzerinde golü olan ve tüm rekorları elinde bulunduran bu sporcunun önü derhal kesilmeli. Niyçün diye bir soru hepinizin aklına gelmesi gayet anlaşılabilir bir haldir. Bu sualinize derhal cevap vermeyi bir borç bilirim. El cevap; Hakan Şükür denen futbolcu da Ertuğrul Sağlam gibi aynı illegal fundamentalist cemaatin mensubudur. Ve bu cemaatin Amerika da yaşayan liderini de ziyaret ettiğini muhbirlerimiz ve çok sevgili hafiyelerimiz sayesinde fotoğraf, video gibi birçok teknolojik edevatla sabitlemiş bulunuyoruz. Merak buyuranlar içün bu video ve fotoğraflarından bir kopyasını da temin edebilirim.

İlaveten; Ulusal takım içün en kuvvetli adaylardan biride Sivas sporun eski muallimi Bülent Uygun beyefendidir. Futbolculuğunda Fenerbahçe de oynayan ve pek de parlak olamayan bu sporcu attığı goller neticesi verdiği asker selamı ile hepimizin hakkında hüsn-i zanlarda bulunmasına sebep olmuştur. Ama adı üstünde husn-i zan işte. Bu zatında gerek Hakan Şükür’e olan yakınlığı gerek de malum cemaatin düzenlediği Türkçe olimpiyatları törenine katılması sebebiyle hakkında araştırmalar yapılmaktadır. İşte bu nedenlerde bu zat-ı muhteremde şu an ulusal takım içün soyadının aksine uygun görülmemiştir.

Nihayeten; Bilindiği üzere ilm-i fizikte tesir aks-i tesir prensibi vardır. Bu prensip neticesinde ulaşılan sonuç şudur. Giden Fatih Terim hocanın halkımız üzerinde yaptığında tesire aksi tesir olabilecek bir hoca gereklidir. Buna en uydun yerli muallimde Türkiye’den Beşiktaş’ın başında olan ve “Türbanlılar okumak istiyorlarsa İran’a gitsinler” diyen ve ardından İran’a kendi giden Mustafa Denizli beydir. Ama onun şu anki bulunan takımdan ayrılması Beşiktaş’ın başına Ertuğrul Sağlam isminin gelmesini akıllara getirir. Ve bu seferde Beşiktaş kalesinin zapt olmasına neden olur. Yani değerli dava arkadaşlarım “Dimyada pirince giderken eldeki bulgurdan oluvermemek” icap eder.

Akla gelen ikinci yerli isimde Ersun Yanaldır. Bir dönem ulusal takımda görev yapan bu zat gayet laik gayet vatanperver olduğu içün şimdilik en uygun yerli isimdir. Ancak az evvel bahsettiğim tesir aks-i tesir prensibini Ersun Yanal hocanın karşılayamayacak olması durumda ise Yabancı muallimlere başvurulmalıdır. Bu yabancı muallimlerle ilgili mevzuda ileriki zamanlarda görüşülecektir.

Efendim bilindiği üzere Fenerbahçe – Galatasaray karşılaşmasının sene-i devriyelerine ulaşmış bulunmaktayız. Bende bir Galatasaraylı olarak bu mevzuya bahsetmeden geçemeyeceğim. Fenerbahçe cephesinin Gaziantep maçını neredeyse bile bile kaybetmesini ve perşembe günü oynayacağı Avrupa Kupası maçını ise hiç düşünmeyip sağda solda kutlamalar yapması zihnim bir anlam veremedi ve beni Allah sizi inandırsın hayretlere garg etti. Sonra düğün gecesinden birkaç gece önce cins-i latiflerin birleşip kına gecesi adı altında düzenledikleri oynamalı çalgılı eğlence aklıma geldi binaenaleyh buda fenerin kına gecesi olsa gerek diye düşündüm. İlahi Fenerbahçe kına gecesi ananesini de futbolumuza soktun ya sen çok yaşa emi.

Birlik beraberliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu şu günlerde futbolumuzun üniter yapısının bozulmaması için makalem nerden okuduğumu hatırlamadığım bit özdeyiş ile nihayetlendirmek isterim.

"Türkiye'de birden fazla insanın bir araya gelerek ortaya koyabildiği en anlamlı topluluk Galatasaray futbol takımıdır"

22 Ekim 2009/Perşembe
entropi 

İlgililer ve Bilgililer



Şurası kesin ki bu ülkede ya ilgililer bilgisiz, bilgililer ise ilgisiz

Veyahutda bilgilileri ilgili olması engellenmektedir.
Bunu 10 Kasım Salı günü mecliste yapılan demokratik açılım görüşmelerinde de bir kez daha gördük.

25 yıllık sorunla ilgili tamamen bilgisiz olan bir takım zevatın mecliste ilgili konumunda olması nedeniyle sorunla ilgili bırakın çözüm üretmeyi tartışılmıyor bile.

Meclisin konuyu, sorunu tartışmaması için türlü aktiviteler geliştirildiğini salı günü gördük. Bu aktivitelerden kısaca bahsedecek olursak;

CHP zevatının meclisi miting alanı yahut stadyum zannedip Atatürklü pankart açması. Pankart açmak; topluluk önünde konuşacak konumda olmayan (Ör; stadyumdaki seyirci, mitinge katılan vatandaş…) fakat kendini bulunduğu topluma mesaj vermek zorunda hisseden kişilerin kullandığı bir yöntemdir.

Meclis gibi asli görevi konuşmak, tartışmak olan bir yerde konuşması mümkün olmayanlar gibi pankart açmak ya ahmaklıktır yada konuşulan konu hakkında söyleyecek bir şeyi olmayıp söyleyecek şeyi olanları engellemektir.

Yoksa meclisin içinde pankart açmak muhalefetle yapmakla yada Deniz Baykal’ın dediği gibi“demokrasilerde olu böyle şeyler” le hiç ilgisi yoktur.

Amacın muhalefet yapmaksa çıkarsın karşı fikirlerini söylersin. Tabi bu karşı fikirlerini söylemek Kemal Anadol’un İsmet İnönü alıntısı yaptığı gibi “Hade canım sende” deyip kürsüden inmek de değildir. Fikir hiç değilse birkaç paragrafla açıklanır. Tek cümle ile açıklanan fikir olmaz. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz. Bu zevatında konuyla ilgili bilgisi olmadığı için fikride yoktur. Döndük dolaştık makalenin başına yani ilgilelerin bilgisiz olduğuna geri geldik.

Meclisteki pankart açma hadisesinin hukuki boyutuna gelecek olursak;

Sanırım 12–13 yıl kadar önce 5 kadar TKP’li genç meclise yapılan ceylan derili koltukları protesto etmek için pankart açmışlardı ve hapse girmişlerdi. Biraz daha eskiye gidersek okuduğum kadarıyla Şehs Sait döneminde de aynı hadise vuku bulmuş ve 6 kişi meclisin işleyişini engellemekten idam edilmişti.

Salı günü açılan pankartın diğerlerinden farkı ise pankartların üzerinde Atatürk resmi olması. Demek ki neymiş efendim hukuk Atatürk resmi olup olmamasına göre değişiyormuş.

Alın size bir veciz örnek daha

Ay yıldızlı bayrağın üzerinde herhangi bir işaret ekleme veya çıkarmak yasaktır. Bırakın eklemeyi veya çıkarmayı bayrağın boyutlarından yanlış üretmek bile cezai işleme tabidir. Bu nedenle ortaokul matematik kitaplarında bayrak ölçüleri diye bir konu bile vardır.

Amma Kemalist zevatın mitinglerde bolca kullandığı Atatürk’ün kalpaklı figürünün bulunduğu bayrağa kimse gıkını bile çıkartmaz. Hukuk susar, vicdanlar susar.

Bakın buradan söylüyorum yarın bir gün birisi Atatürk resmi ile beraber hırsızlık yapsa yahut ne bileyim birine tecavüz etse hukuk ceza vermek konusunda çok zora düşebilir

Ergenekon sanıklarından Org. Hurşit Tolon’un Jandarma Genel Komutanı iken Atatürkçü Düşünce Derneğine, Genel Komutanlığın 5 Milyon dolarını nasıl hibe ettiğini 2. iddianamede okuduk. Ama hırsızlık işinin içinde Atatürk ile ilgili bir vakıf olunca hukuk susuyor

11 Kasım 2009/Çarşamba
entropi

Demokrasi Canavarı



Domuz gribi aşısının okullarda vurulma oranı sadece %5’de kalmış.Bunun nedeni olarak şunları sayabiliriz;

· Başbakanın kendisinin ve ailesinin aşı olmayacağını açıklaması,

· Hükümete karşı sırf muhalefet etmek için muhalefetin yaydığı dedikodular,

· Medyanın sırf reyting adına hastalığı ve aşıyı karikatirüze etmesi,

***

Ama aşının vurulma oranının düşük kalmasının esas sorumlusu bunların hiçbirisi değil. Esas sorumlusu demokrasidir.

Demokrasi denen saçmalığın Ak parti hükümeti ile beraber nerelere geldiği en acı göstergesi aşının vurulma oranının %5’de kalmasıdır.

Ülke kurtarmayı kahvede lak lak yapma zanneden, ortalama eğitim düzeyinin ilkokul 4. sınıf bile olmayan bir millete demokrasi kültürünün gelişmesi adına “çocuğa aşı vuralım mı?” diye sorarsanız sonu % 5 olur.

Doktor “neyin var ablacığım” dediğinde. “Ne bileyim doktor bey oğlum karnıma doğru şişleri sokup sokup çekiyorlar” cevabını verecek kadar sağlık bilgisi kendi derdini anlatmaktan aciz olan bir millete aşı gibi komlike bir konuda fikrini sormak da ne oluyor?

Bugüne kadar 1. sınıfta, 5 sınıfta, 9 sınıfta öğrencilere aşı vurulurken velilere soruldu ki bugün soruluyor.Sağlık konusunda bir milletin kaderi kendi insiyatifine bırakabilir mi? Sokaklarda daha düne kadar arabalarla gezilerek çocuk felci aşıları vuruluyordu. Bugün öğrenmiş bulunuyoruz ki (Sağlık bakanı açıkladı) Avrupada çocuk felcini tamamen yenen ilk ülke olmuşuz.Bu aşıyı vurulmakta velilerin insiyatifine bırakılsa idi acaba dün bu aşıyı vurulan çocukların kaçı bu aşıyı vurulurdu? Kaçı çocuk felcinden ölürdü?

Madem demokrasiye sağlık konusunda bile bu kadar bağlıyız. O halde kuduz köpeğin yaşadığı mahalle ve köyleride karantinaya almayalım.Seçim yapalım veyahut ne bileyim özgür iradelerine (şeytana) bırakalım. Bakalım ne olacak.

Bizim kültürümüzde başına buyruk hareket etmek varmıydı.Hani şeyhi olmayanın şeyhi şeytandı. Her bilenin üstünde hani bir bilen vardı. Şimdi ne oldu demokrasi denilen, medeniyet denilen gizli canavar sağlık konusunda bile kendi kendine karar verme hakkını bize verince hepsini unutur mu olduk.

Demokrasi bize önce yöneticileri, günümüzdeki padişahları, vekilleri seçme hakkı verdi. (yada aslında biz öyle sandık) Ardından moderniz mi dayatarak kendi karşı cinsten arkadaşlarımızı seçme hakkını verdi, daha da ileri giderek ilişki yaşama hakkını verdi, hatta bazı ülkelerde karşı cinsi değilde hemcinsle nikahlanma hakkını bile verdi (misal Hollanda).

Şimdi ise daha kötüsü oldu iş sağlık konusuna geldi. Domuz gribi gibi bir meselede bile aşı olup olmama özgür iradelere verildi. Bunu birde her şeyini demokrasi ipine bağlamış (bir zamanlar o ipe araç derdi) başbakan bile savundu. Ne imiş efendim cebren aşı vurulamazmış. O zaman kuduz olan mahalleleride karantinaya almayın cebren insanların neden özgürlüğünü kısıtlıyorsunuz.

Bakın efendim;

Demokrasi denilen yapı sistem her yerde uygulanamaz. Bu maya her yerde tutmaz. Demokrasinin ortalama eğitim düzeyi 12.sınıf olan İngiltere’de fevkalade sorunsuz uygulanabilir.Hatta hayırlı sonuçlar bile doğurabilir. Ama ortalama eğitim düzeyi ilkokul 4. sınıf olan ve hala 10 milyon kadar okuma yazması olmayan kişinin olduğu bir yerde uygulanması pekde hayırlı sonuçlara sebeb olamayacağı pek açıktır.

Şimdi efendim ne diyor bu adam. “Dağdaki çobanla benim oyum bir olamaz” diyen zevatın peşine mi takıldı diye hemen yaftalamayın.Tabiki insanları zenginliklerine göre veya dış görünüşlerine göre sıralamıyorum. Ama sağlık gibi hayatı gibi bir konu (öyleki bu konu sadece sizi değil mikrop yoluyla çevrenizdekileri etkiliyor) milletin ortak iradesine bırakılmamalıdır.

Herkese, her şeyin sorulduğu ve herkesin, her şeyi bildiği bir ülkede ne olur sağlık işini millete sormayın cebren de olsa müdahale edin.

Haftanın Sorusu

Takriben 70 milyonluk bir ülkede.Risk gurubunda bulunanların sayısı 40 milyon kadardır
Başbakanın “ben aşı olmayacağım” diye zırvalanmasından önce aşı olacağım diyen kişi sayısı risk grubundaki kişi sayısının %70’i kadardır. Bu açıklamasından sonra ise bu rakam risk grbundakilerin % 10’una kadar düşmüştür.

Fakat başbakan hızını alamayıp “ailemdede kimse aşı olmayacak” diye zırvalayınca bu oran risk grubundakilerin % 5’ine kadar gerilemiştir. Başbakan iki açıklması arasında fikrini değiştiren insan sayısının tüm ülkedeki nufusa oranı kaçtır?

(Not:Gidiş yoluna puan yok , pi sayısı 3 alınacaktır )

Haftanın Çoktan Seçmeli Sorusu

Başbanın bu açıklamalarına karşın siz sağlık bakanı olsaydınız ne yapardınız?

a)İstifa ederdim.

b)Burası jopanya’ mı canım istifa edeyim.

c)Tıp profosörü olan ben miyim başbakan mı? diye düşünür. Sonra bu millet tıbbi bir konuda bile neden lidere bu kadar bağlı diye kafamı taşlara vururdum.

d)Olanların hepsini ileride kitap olacak olan günlüğüme yazardım.

e)Akşam gider hanıma dert yanarım. Ondan Hz Aişe şefkati beklerdim.

                                                                                                                         26 Kasım 2009/Çarşamba
                                                                                                                                                      entropi

Bu Takımın Ruhunu Çalmışlar

Ben kişinin sevgilisiyle buluşmasına – vuslata - yürüyerek gitmesi gerektiğine inananlardanım. Yoksa canım oturduğun yerden kalk düğmeye bas 2 adım at durakta in ve sevgiliyle buluş. Emek vermeli insan. Yürümeli, yorulmalı ve beyine oksijen gitmeli.Hatta mümkünse nefes nefese kalmalı.

İşte Galatasaray maçına gitmek için buluşma yeri olarak stadyumun önüne değilde Cevahir alışveriş merkezinin önünü bu yüzden seçmemiz bundandı.
Evet yaklaşık 2 yıl sonra bir Galatasaray maçına arkadaşımın illegal yollarla elde etmiş olduğu biletle gidecektik. “Biraz önce sevgilim diyordun, insan hiç sevgisine illegal yollardan yemek ısmarlar mı?” diye sormayın. Sevgili size sormadan saçma sapan harcamalar yapıp (7 milyon dolara Elano) bu harcamaları sizin sırtınızdan çıkartırmaya çalışırsa (Kapalı tribün bileti 100 TL). Sizde sevgiliyi illegal yollardan memnun edersiniz.
***

Buluşma yerine yaklaşık 15 dk kadar geç kaldığım için arkadaşım, aradı ve "ne zaman gelirsin? " diye sordu. " Istanbul ne zaman izin verirse" dedim.

Sayısal ilimlerle cebelleşenler bilirlerki sonuçu etkileyen en büyük etken problemin içindeki değişkenlerdir. Ne zaman gelirsin sorusunun cevabı da tabiki İstanbul değişkenine bağlıydı.
İnsanların depresyonda olup olmadıklarını yani psikoljilerinin bozuk olupmadığını davranışlarındaki düzenlilikten gözlendiğini biliyoruz. Yani davranışlardaki düzensizlik,kişinin psikoljisinin bozuk olduğunun en büyük göstergesidir. İşte her yerinde düzensizlik olan bu şehrin psikolojisinin bozuk olduğu kanısına buradan vardım. Yoksa Yenibosnada kaza olduğunda Osmanbey de trafik sıkışmasını başka neyle açıklayabilir.
***
İşte bu psikoljisi bozuk şehirde 20 dakika kadar geçte olsa stada yakın bir yerlerde buluştuk. 15 dakika kadar yürüdükten sonra stadyuma ulaştık. Sevgiliyle buluştuk.
Aşk için bir çok tanım vardı elbet. Ama bu akşamki sahtekarlığa en uygun olan Civan Canovanın Ful Yaprakları (Şu anda devlet tiyatrosunda sahnelenmekte olan bu oyuna, içinde nihilizm ve tanrının adaletinin sorgulanması gibi bir çok çetrefilli konu olsa da gitmenizi şiddetle öneririm) isimli piyesinde olandı. Canova aşkı; "Beğendiğimiz bedenlerin içine olmasını istediğimiz ruhu yerleştirmemiz" olarak tanımlıyordu.
Evet bedenler, suretler tanıdık ve tamda istediğimiz gibiydi. Arda, Keita, Kewell,Elano,Nonda, Servet yani herkes sahadaydı. Ama eksik olan bedenlerin içinde olmasını istediğimiz ruhtu. Takım içerisinde ruh eksikliği vardı.
İngiltere liginde başarı çalışmayla ve harcanan parayla doğru orantılıdır. Ama Türkiye’de bu böyle değil. Türkiye her şeyin olduğu gibi futbolunda ametör ruhla – duygularla – oynandığı bir ülke. İşte bu nedenle başarılı olmak isteyen takım ruhunu asla kaybetmemeli.
Buranın yüzü ne kadar batıya dönük olsada doğu toplumu olduğundan bi haber olan Rejkart’ında en büyük eksiği tamda buydu aslında . Doğu toplumları futbol ruhla oynanır. Elanoyla falan oynanmaz.
Türkiye’de yabancılarla, parayla şampiyon olunmayacağına çok gördük. Yoksa kurulduktan 15 yıl sonra 6 şampiyonluk yaşayan Trabzonspor efsanesi nasıl açıklanabilir. Bırakın yabancı futbulcuyu, parayı, pulu Trabzon şehri dışından dahi futbolcusu bulunmayan bir takımın İstanbul takımlarının egemonyasını sonlandırıp (bölgesel emperyalist güçlere karşı) şampiyonluğu ancak ve ancak ruhla açıklanabilir.
Ondan bundan 6 yiyen ve 7 eksiği bulunan Büyükşehir Belediyeye karşı 15 dakika mahkum oynamak ancak ruhsuzlukla açıklanabilir.
Maç sonrası yırtılan formasının neden yırtıldığıyla ilişkili soruya “formamı yırtmasıydım, hırsımdam hakemi öldürebilirdim. Hırsımı bastırmak için formamı yırttım” cevabını veren ve hem ruhu hem bedeniyle oynayan Mustafa Sarp’ı gözlerinden öpüyorum
Maçtan sonra arayıp, bedenizi sinirlendirmeye çalışan arkadaşlara söylediğim sözü burayada yazayım “Benim kadar üzülmeniz için, benim kadar sevmeniz lazım”

Bu arada maç sonrasında maçın hakemi Hüseyin Göçek’in validesinin pekde mazbut bir kadın olamdığını ve stadyumdaki bir çok kişinin kendisiyle izdivaç talep ettiğini işittim. Bu nedenle Galatasaray taraftarına kınadığımı belirtmek isterim.
Eski bir kamyon yazısı der ki; “Kimileri anısıyla anılır, kimileri anasıyla”. Sanırım bu hakemde anasıyla anılanlardan.
11 ARALIK 2009/Cuma
entropi

Samimiyet Açılımı


Dede Korkut masallarında geçen küçük bir hikaye kısaca şöyledir;

Adamın biri bir gün bir yılanla dost olur. Yılana her gün bir tas yoğurt götürür, karşılığında yılandan her gün bir dirhem altın alırmış.Bu takas yıllarca böyle sürüp gitmiş.Adam da yılanda hayatından gayet memnunmuş. Çünkü ikiside birbirlerinin eksiklerini tamamlar, birbirlerinin hayatlarını kolaylaştırılarmış.

Bir gün adamın haylaz oğlu adamı takip etmiş ve bu değiş tokuşa şahit olmuş. Yılana her gün yoğurt götürmek yerine onu tehdit edip altınların yerine öğrenmeyi aklına koymuş.

Ertesi gün buluşma yerine babasından önce ve elinde bir tas sütle gitmiş.Amacı yılanı yakalayıp altınların yerine öğrenmekmiş. Yılanı yakalamak için ona saldırmış. Ve yılanın kuyruğunu kopartmış. Kuyruğu kopan yılanda çocuğu sokmuş ve oracıkta öldürmüş.

Olay yerine gelen adam oğlunun öldüğünü görünce çok üzülmüş.

Aradan geçen aylar sonucunda adam yılanla birbirlerine ihtiyaçları olduğunu anlamış. Çünkü adam altınsız, yılanda yoğurtsuz kalmış. Bu fikirler içerisinde olan adam aylar sonra yılanla buluşma yerine tekrar gitmiş. Yılana “geçmişte yaşanan her şeyi unutmayı ve bu altın yoğurt takasına devam etmeyi” teklif etmiş.Yılan ise adama “sende bu evlat acısı, bende bu kuyruk acısı varken biz asla eskisi gibi dost olamayız. Çünkü birbirimizi gördüğümüzde hep acılarımızı hatırlarız ve tekrar yaşarız.Bırak barışmayalım ikimizde yuvalarımıza geri dönelim” demiş. Ve yılan deliğine adamda köyüne geri dönmüş.

***

Kürt açılımı,Alevi açılımı, Ermeni açılımı, Kıbrıs açılımı. Her tarafızımızın açılım olduğu şu günlerde ak parti en sonunda kendinden bekleneni yaptı ve açılımın işinin bokunu çıkarttı.Ne mi yaptı diye soracak olursanız. Alevi açılımı kapsamında yapılan, alevi çalıştayına Ökkeş Şendilleri davet etti.

Ökkeş Şendiller kim mi?

19 aralık 1978 günü bir sinemanın bombalanmasıyla başlayan, kısa süre içinde bir iç savaşa dönüşen ve 105 kişi ölmesi, 176 kişi yaralanmasıyla sonuçlanan Kahramanmaraş’daki şiddet olaylarının en büyük azmettiricilerinden biri.

Devrinin önde gelen ülküci reislerinden biri.

Olaylar öncesindeki ismi Ökkeş Kenger olan ama olaylar sonrasında ismini Ökkeş Şendiller diye ismini değiştirmiş olan şahıs.

***

Ak parti kaynaklarının söylediğine göre Ökkeş Şendiller çalıştaya gelip pişmanlığını, kimlerin kendisini nasıl gaza getirdiğini anlatacak bir nevi günah çıkartacak ve zamanında ben bir bok yedim aman siz yemeyin deyip ,halka provakasyona gelmeyin mesajı verecekmiş.

Bakın yanlış anlaşılmasın kavga devam etsin demiyorum. Ama birilerinin barıştırılmaya ihtiyacı yok. Yukarıdaki hikayeyi anlaltmamın sebebide işte buydu.Bir taraftan bu kuyruk acısı diğer tarafta bu evlat acısı varken bu iki tarafı barıştırmak istemek, magazinden öteye geçemez.

***

Kocasından dayak yediği için soluğu karakolda alan kadının, babacan karakol komseri tarafından barıştırılmasındaki sahteliği sonucunda ne olduğu hepinizin malumudur. Barıştırılıp evine gönderilen kadın, kocası tarafından tekrar dayak yer. Çünkü barıştıran komiser samimiyet taşımaz, başından sağmak için kendi çıkarı için barıştırmıştır da ondan. Halbuki aynı kadın babasının evine gitse ve bu barışma orada yaşansa, yaşanan bu barışma daha samimi, daha çıkarsız yaşandığı için daha uzun yıllar sürebilir.

***

Ama Ak parti bu hataya hep düşüyor.

Dağdaki ölen terörüstün annesiyle, şehit analarını kürt açılımı çevresinde bir araya getirmek ve yalancıktan dostluk mesajı vermekten, magazinden öteye geçmedi.

Peygamberimizin (s.a.v) amcasını şehit eden Hz Vahşi'ye de (a.s) “ne olur gözüme görünme, sohpetlerde ve camide seni göremeyeceğim bir yerlere otur” demeside işte tam bundandır.Çünkü peygamberimin içinde acısı varken yalancıktan çevresindeki sahabeye şirin gözükmek için magazinel bir barışma yapıp dost gözükseydi, yarın yaptığı tüm icraatlarda kimseye samimi olduğunu anlatamazdı.

İşte size açılımın en büyük eksiğini söylüyorum.

Samimiyet.

Sadece oy avcılığı yapılan bir açılım olduğu her yerinden belli olan icraatların başarıya ulaşamamasının temel sebebi. Samimiyet yoksunluğu.

Buradan Ak Parti'ye nacizane iki nasihatim var.

Birincisi; belediye otobüse atılan molof kokteyl sonucunda ölen Serap’ ın ailesini de bu açılım geyiği sebebiyle, DTP gençlik kollarıyla falan buluşturup, barıştırmaya kalkışmasınlar.

İkincisi; artık bu Avrupa birliği geyikleri falan bırakıp özlerine yani yukarıda anlattığım küçük hikayelere ve peygamber kıssalarına dönsünler.

Nuray Mert’inde dediği gibi “Müslümandan demokrat olmaz, olamaz.”
24 Aralık 2009/Perşembe
entropi

Uzak İhtimallerin Başkenti İstanbul


İnsan, sakladıklarıyla da söylemedikleriyle de insandır.

Albert CAMUS

Camus bu sözü Mahmut Fazıl COŞKUN’UN ilk filmi Uzak İhtimal için söylemiş olmalı.



Filmin künyesinden başlarsak;

Yönetmenliğini Mahmut Fazıl Coşkun’un yaptığı filmin senaryosu Tarık Tufan (Az evvel yukarıdan bahsettiğim rehberlik hocam), Görkem Yeltan ve Ersan Uysal’ ın kaleminden çıkmış. Filminoyunculuklarını ise Görkem Yeltan,Nadir Sarıbacak ve Ersan Uysal yapmış

Girdiği birçok festivalde ödülleri toplayan Uzak ihtimal filmi Türkiye ilk kez Rotherdam film festivalinde de en iyi film ödülünü getirmiş. İstanbul film festivalinde en iyi senaryo, en iyi yönetmen en iyi erkek oyuncu,Adana Altın Koza film festivalinde ise en iyi yönetmen en iyi erkek ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini almış olan Uzak ihtimal yılın en iyi Türk filmi olarak kendini gösteriyor.

Filmin muhtevasına gelirsek;

Film dünyada sadece İstanbul’da geçebilecek bir hikayeye sahip.Müezzin olan Musa’nın ilk ataması İstanbul’a yapılır.Caminin kendisine verdiği lojmana yerleşir.Clara ise rahibe olmak isteyen bir İtalyan genç kızdır. İkilinin yolları birbirlerine kapı komşusu olmalarıyla başlar.Genç Müezzinin kendine bile itiraf edemediği bu aşk zaman geçtikçe her anına ayılır.Rahibeyi ister istemez takip etmeye ve ardından kiliseye gitmeye başlar.Burada Sahaf Yakup efendi ile tanışır.Clara,Müezzin Musa ve Sahaf Yakup’un kesişen hayatlarındaki küçük sürprizler filmin sıcak atmosferini oluşturur.

Filmde gayet az konuşma olmasına ve gereksiz diyaloglardan kaçınılmış olmasına rağmen oluşturmuş olduğu sıcak atmosfer filmi gayet gizemli hale getirmiş.

Filmin konusunun rahibe ile müezzinin aşkı olması nedeniyle hemen ajite edebilecek hemen dejenere olabilecek bir yapıya sahip. Ama anlatım o kadar ön yargısız o kadar klişelerden uzak ki film çıktıktan sonra filme konu olan aşkın sahiplerinin sosyal statüleri izleyenleri hiç dikkatini çekmiyor.

Gerek rahibeyi canlandıran Görkem Yeltan, gerek müezzini canlandıran Nadir Sarıbacak’ın
oyunculukları ile zirveye çıktıkları film içerisinde bulunan İstanbul manzaraları ile de adından sıkça söz ettireceğe benziyor.

Film, hayatlarında hiç festival filmi izlememiş arkadaşlara gerek sessizliğiyle gerek bıçak gibi keskin sonu ile biraz sıkıcı gelebilir. Ama efendim sizde alışı verin normal hayata. Normal hayat aksiyon filmi değil festival filmidir.


İnsan, sakladıklarıyla da söylemedikleriyle de insandır.

Albert CAMUS


14 Ekim 2009/Çarşamba
entropi

2.Dünya Savaşı'na Tarantino Bakışı


Tarantino bunu nasıl becerdi bilmem ama tavşan dışkısı gibi ne kokar ne bulaşır, nevi şahsına münhasır bir kişiliktir. Hem Holywood gibi popüler sinema kültürünün merkezinde film yapıp hem de kült film yapmayı beceren bununla da kalmayıp birde bu yaptığı sanat filmi havasındaki kült filmleri halka sevdirmeyi başaran nadir yönetmenlerden biridir Tarantino. Anlayacağınız şu ki kendine özgü tavrıyla sanattan da ödün vermeyerek popüler olmayı becerebilmiş.

Popüler film yapan birçok sinemacının bahanesine sığınmıyor Tarantino. Kendisinin ifadesiyle “ Filmlerini kitlelere yaklaştırmayan, kitleleri filmlerine yaklaştırmayı” becerebiliyor.

Bu yeterli Tarantino girizgâhından sonra yazının gerçek muhtevasına geçecek olursak.

Reservoir Dogs ile tanıdığımız Publ Fiction ile olay yaratan Kill Bill 1 ve 2 ile de zirveye çıkan dahi yönetmeni Quentin Tarantino’nun, Can Film festivalinde de ödül alan yeni filmi Soysuzlar Çetesi cuma günü itibariyle gösterime girdi.

Filmin konusuna geçecek olursak;

Filmde Yahudileri tüm Avrupa’dan sürmeyi amaçlayan Nazilere karşı intikam amaçlı bir çete oluşturmuş olan Teğmen Aldo (Brad Pitt) ve arkadaşlarının ve bu intikama bilmeden yardım eden Yahudi asıllı bir Fransız kızının hikâyesini anlatıyor.

Filmin temel özelliklerine geçecek olursak;

Tarantino bu filminde konu bakımından popüler kültür etkisinde kalmış olduğunu söyleyebiliriz. Hollywood’da son 5 yıldır sıkça gördüğümüz 2. Dünya savaşı sırasında Almanya’da gerçekleşen Yahudi zulmü ile ilgili film yapma geleneğine Tarantino’da uymuş. Ama sadece konu bakımından uymuş. Filmin içeriği ise benzerlerinden çok farklı.

Her Tarantino filminde gördüğümüz üzere film 70 ler Amerika sineması gibi başlıyor ve bir roman okuyormuşsunuz havasında devam ediyor ama bir farkla. Tarantino filmlerinde olan genel özelliklerden olan, olayları terslerinden anlatma yani önce sonucu gösterip ardından nedeni gösterme hali nedense bu filmde yok.

Ayriyeten film gene Tarantino filmlerinde sıkça karşımıza çıkan uzun diyaloglardan ve bu diyaloglar sonucunda ortaya çıkan sıra dışı aksiyonlardan ibaret. Ama bu kez birçok Tarantino filminde olduğu gibi diyalogların içi boş değil. Aksine Tarantino ilk kez bir filminde diyalogların içerisini doldurabilmiş. Diyalogların neredeyse tamamının filmim konusuyla ilgili olduğu söyleyebiliriz.

Film İngilizce, Almanca, Fransızca hatta çok azda olsa İtalyanca konuşmalardan ibaret. Tarantino’nun bunu gene zihinleri karıştırmak için yaptığını da söylemek isterim.

Film içerisinde tüm Tarantino filmlerinde olduğu gibi 70 ler Amerika’sının kıyıda köşede kalmış rock şarkıları ve Kill Bill gördüğümüz insanını içerisini ürperten ıslık benzeri sesler sıkça kullanılmış.

Film hakkında şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Tarantino’nun tüm filmlerimde olduğu gibi film sahnelerini tahmin edememe durumu bu filmde mevcut. Yani sahnenin sonunda kimin kimi öldüreceğini asla tahmin edemiyorsunuz. Bu da filme ayrı bir gizem katıyor.

Tarantino’nun yakın arkadaşı ve Desperado,Hotel1 ve Hotel2 filmlerininde yönetmeni olan Eli Roth bu filmde karşımıza çıkıyor. Sanırım film içerisinde olan sadist dike ve abzürd sahneleri onun fikri olsa gerek. Ama Tarantino’nun bu tip sahneleri filmlerinde sıkça kullandığını söylemek isterim. Bu nedenle olsa gerek filme 15 yaş sınırı gelmiş.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Tarantino filmleri daha önceden izlemiş olanlar bilirler ki Tarantino her filminde bir iki sahnede olsa kendiside figuran olarak oynar. Ama ilk kez bu filmde ben gözden kaçırmadıysam rol almamış.

Hayatlarında hiç Tarantino filmi izlememiş arkadaşlara şunu söylemek istiyorum. Film anlatım, kurgu bakımından biraz garip gelebilir, diyaloglardan sıkılabilirsiniz hatta filmi iyi takip etmediğiniz zaman filmden çok çabuk kopabilirsiniz. Bu nedenle filme önce hiç değilse bir tane Tarantino filmi izleyip gitmenizi tavsiye ediyorum.

İyi ki varsın Tarantino.
Unutmadan şunuda ekleyeyim, Filmin süresi iki buçuk saati aşıyor.


Tavsiye: Popüler kültür, gündelik siyaset sevmeyen, klişeleşmiş filmlerin dışına çıkmak isteyen ve kült film sevenlere bu filmi kesinlikle tavsiye ediyorum.

Tavsiyenin Tavsiyesi: Filme gitmeye karar vermiş olan arkadaşların acele etmelerini öneririm. Çünkü Türkiye’de bu tip kült filmlerin bir yada iki hafta kadar vizyonda kaldığı tarafımdan tecrübe ile sabittir.Bu tip filmleri güzel ülkemizde, Recep İvedik ve Mehmet Ali Erbil filmleri gibi iki ay vizyonda kalmaz. Tarantino’nun 2 sene evvel vizyona giren filmi Ölüm Geçirmezi koca İstanbul 4 sinemada vizyona girdiğini ve bu filmi izlemek için Beyoğlu’nun üzme bir sinemasında 12 ytl verdiğimi söylemek isterim. Başrol oyuncusu Brad Pitt’in hatırı için olsa gerek ilk kez bir Tarantino filminin neredeyse tüm Sinema salonlarında vizyona girmiştir. Değerini bilmeniz dileğiyle.
25 Ağustos 2009/Salı
entropi

ANTİCHRİST (DECCAL)


Kendini gerçekleştiren kehanetlere bayılırım. Olmaması gereken ama bağıra bağıra gelen kadere yani. – Çok egoistçe olacak ama, kendimin başıma gelmemesi şartıyla tabiki. –
2009 Cannes Film festivalinde de en iyi kadın oyuncu ödülünü almış olan Lars Von Trier’in son filmi Antichrist’in (İslam jargonununa göre Deccal ) konusuda, tamda buydu işte.
Lars Von Trier’in filmini ünlü Rus yönetmen Tarkovsk’y adamış olması, filmi izlemek ve izledikten sonra hakkında yazı yazmak için gerekli sebebi oluşturuyordu.
Bu filmi yorumlamak için öncelikle filmin iskeletini oluşturan açılış sahnesini – ki hayatımda izlediğim en etkileyici ,en kült açılış sahnesiniydi – anlatmak gerekir.


***

Açılış sahnesi;

Film; doktora yapmakta olan kadın ile psikolog olan kocasının ateşli sevişme sahneleri ile başlıyor. Arkadan gelen klasik müzik sesi ile pencereden görünen yağan kar silüeti ise sahneye adeta boyut değiştittiriyor. Sevişme – bu yönetmene göre ilk günahı temsil ediyor – devam ederken, arka odadaki beşikte oyuncak ayısıyla oynamakta olan çiftin küçük oğulları Nick bir şekilde beşikten iner. İçeride odadaki anne ve babasının yemekte olduğu naneye kapı arasından bir kaç saniye bakar. – ki bu bakış, seyircinin kalbine atılan ilk nifak tohumudur. Burda izleyicinin zihnine acaba çift, çocuklarını gördü mü? gibi bir çok soru takılıyor. –
Daha sonra çocuk bir sandalye alıp pencereye çıkar. Pencerenin yanında olan 3 tane bibloyu ( küçük heykelcik ) devirir. – Filmin devamında bu 3 biblonunda farklı bir anlama geldiğini anlıyoruz. – Pencereyi açıp aşağıya atlar ve hayatını kaybeder.

***

Bu müthiş ve bir o kadar etkileyici açılış sahnesinden sonra ağır ağır ilerleyen, insanın damarlarından içine akıp giden etkileyici bir film izleyiciyi bekliyor.
Çocuğunun trajik ölümünden sonra depresona giren bir kadın – Tam bir majör depresyon hali yani. Hayatımda gördüğüm en iyi depresif rolünü oynayan kadın oyuncu aldığı ödülünü haketmiş olduğu daha cenaze töreninde belli oluyor. – ile onu tedavi etmeye çalışan kocasının garip hikayeleri anlatan bu filmde yönetmen kadın ve erkek üzerinden sözde akıl ile sözde ahlakı sorguluyor.

Film sonunda ise aslında kadının sevişme anında çocuğu pencere kenarında gördüğünü ve fakat olayın hazzından kopmayıp çocuğa müdahale edemediğini anlıyoruz . – Yazının başında bahsettiğin kendini gerçekleştiren kehanet bu .İzleyicinin olmamasını istediği halde filmin başından beri beyninin en uç...en gizli... en mahrem yerinde olan şeyin gerçekleşmesi. Kehanetin hakikatle buluşması yani. –

***



Türkiye’de konuşulacağını sanmadığın bu film – konuşulsa dahi pornografik sahneleri ile konuşulur - kim hangi argümanlarla eleştirirse eleştirsin, sinema tarihindeki yerini çoktan aldı.
Açılış sahnesiyle, sinematografisiyle, diliyle, tekniğiyle, ve senaryosuyla;
Çocuğun ölümüne yada intiharına – O yaşta bir çocuk intihar eder mi. Oda aslında filmdeki gizli sırlardan – kadar olan bölüme açılış sahnesi dersek, önce bu sahneyi yorumlayarak başlayalım ise;

Şimdi efendim, bu tip filmlerin aslında zihin altından başka bir film daha anlatırlar.Bu tip filmler diyorum çünkü yönetmen Lars Von Trier’in, filmi ünlü Rus yönetmen Tarkovski’ye adadığını filmin sonunda akan jenerikten anlıyoruz.

Tarkovsky’e adanan bir filminde görünenin arkasından – zahirden – bir şey anlatmaması mümkün mü?

Tabiki hayır.

Başlangıç sahnesinde, görünüründe anlatılan;

Sevişmeleri esnasında yaptıklağı ihmalin, çocuklarının ölümü sonuçlanan bir çiftin yaşadıkları, yani tam bir trajedi.

Başlangıç sahnesinin zahirinde anlatılan ise;

Hz Adem ile Hz Havva’nın şeytanın kandırmalarına uyup yasak meyvayı yiyip, cennetten dünyaya kovulmalarıdır.

Buradaki baba Hz Adem’i, anne Hz Havva’yı, çocuğun pencereden yere düşmesi cenneten dünyay düşen bizi, anne ile babanın çocuklarının ölümü sırasında sevişmeleri ise Hz Adem’le ile Hz Havva’nın cennten kovulmasına neden olan yasak meyva yemesini temsil etmektedir.
İşte Tatkovsky filmlerinin neredeyse tümünde olan simgelerle anlatılan yani zihin altında çevrilen ikinci filmi ve bu filmi çözme mutluluğu, bir nevi entellektüel haz.

Siz zahirde analatılanı böyle mi anladınız bilemem ama bence anlatılmak istenen tamda buydu

***

Filmin en temel önermesi ise; Şeytan – filme göre doğa – ile Tanrının savaşının kadının cinselliği üzerinden işlenmesinden başka bir şey değil elbette. Bu önermeyi filmdeki dialogların birinde geçen “Doğa şeytanın mabedi, Kadın ise şeytanın bedenidir” aforizmasıylada anlayabiliyoruz.

Filmi tek eksi tarafı , erotizmi dahi aşan pornografi sahneleri. Bu sahneler biraz daha yumuşatılıp – tamamen kaldırılsın demiyorum – film daha geniş kitlelere açılabilirdi.

Tam bir anti feminist – efemine –, hatta neredeyse kadın düşmanı olan ve bunuda filminin alt metninde geyet iyi aşılayan – insanoğlunun cennetten kovulma sebebini kadına yüklenmesi – yönetmen Lars Von Trier, bu aşılama için kadının cinselliğini kullanması hiç de şaşırtıcı olmadı aslında.

***


Filmin yönetmeni Lars Von Trier ile filmini adadığı dahi yönetmen Tarkovsky arasındaki farklara gelince;

Tarkosvsky; Sessizdir. Tanrıyla bir kavga içerisindedir. Ve fakat tüm sanatçılar gibi bir derdi vardır. Bu dertten kaynaklanan acısının ise izleyen tarafından farkedilmisini ister.

Lars Von Trier; Gayet gürültülüdür. Tanrı ile kavgayı bırakmış gibidir. Çünkü sorumluyu kafasında bulmuştur. Rahatlamıştır artık. Kavgadan geriye bünyede kalan sinirli, asabi hal kendinde mevcuttur. Tarkovsk’nin aksine seyirciye acısını göstermeyi ve hatta yaşatmayı sever. – Filminden sonra bir kaç gün etkisinde kalıp yazı yazmayı hissetmemde bundan olsa gerek. –


20 Aralık 2009/Pazar
entropi