21 Ekim 2008 Salı

SANIKTAN SORULDU



“Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü bir vatandaşı olarak Kuran’a el basarım ki biz teknoloji kurbanıyız; âşık olduğum kadına tecavüz etmem

Bu yemin 4 sene evvel sevgilisi Gamze ÖZÇELİK’E tecavüz etmekten yargılanan Gökhan DEMİRKOL’ UN mahkemede kurduğu cümlelerden biridir. Dün internette dolaşırken rastladım. Ve yaklaşık 15 dakika güldükten sonra kendi kendime şu kanıya vardım ki; adam Türkiye’yi çözmüş.

Ben yeminlerin varlığım Türk varlığına armağan olsun gibi ulusalcısını, terbiyesiz evladıyım gibi delikanlısını, ekmek musap çarpsın gibi emekçi öğeler taşıyanını, ölümü gör gibi dinle bağdaşanını çokça işittim. Ama bu kadar karışığına, siyasisine ve ideolojik edebiyat ile dini öğeleri harmanlayan bununla da yetinmeyen içine teknolojiyi ve aşkıda sokup bunları bir potada eritenine ilk kez denk geldim.

Yani bu yeminden de anlaşılacağı gibi iğrenç bir kişilik ve aynı iğrençlikte olan eylem tanımı ile karşı karşıyayız.

Bu yemin benden evvel başkasında dikkatini çektiğimi bilmiyorum. Ama sırf bu cümle için bile bir doktora tezi yazılabilir.

Bu güzel ifadeyi kabasından irdeleyecek olursak;

Adamın hem laik, hem Atatürkçü, hem de cumhuriyetçi olduğu ilk bakışta anlaşılıyor.

İfadenin biraz özeline indiğimizde ise bu üç kelimenin(laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü) birleşimden de adamın milliyetçi olduğu kanısını da rahatça varılabilir.

Biraz daha özele indiğimizde ise; Türk vatandaşlığını kazanmak için, bu özelliklere sahip olunacağı gerekliliğini zannedecek kadar da hukuk bilgisinden yoksun olduğu söyleyebiliriz. Hatta bence zorlamadan lisedeki vatandaşlık dersinden bile kaldığı sonucuna bile ulaşılabilir.

Herkesin hukuka ve vatandaşlığın nasıl elde edileceğine dair bilgisi olmayabilir bu nedenle bu adamı suçlayamayız. Ama adamın tuttuğu avukatın onu bu konuda uyarmamış olması avukatı açısından tam bir hukuk faciasıdır.

Bu avukat için yapılabilecek iki tahmin var. Ya bilerek ve isteyerek Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerinin ve bu ilkelerinin kazanımlarının arkasına sığınıyordur. Özetle başbakanımızın deyişle Atatürk ilkelerini tecavüzü alet ederek Cumhuriyetin temel kazanımları üzerinden siyaset yapmaktadır. Yada avukatın hukuk bilgisi gayet zayıftır.

Bu ifadeden ilk bakışta yapılacak tespitlerden biride; adamın yüce kitabımızı tecavüze alet ediyor olmasıdır. Yaptığı rezilliğin tecavüz olmayıp gönül rızasıyla olduğunu bir an için düşünsek bile, yüce dinimizin buna bile izin vermeyecek olmasını bilmeyecek kadar din bilgisinden yoksundur.

Bu adamı, bu kadar kusuru varken dinimize bilmemekle yargılamam.

Ama videoyla sabit olan bir eylemi meşru göstermek için bilmediği dini kullanarak yemin edecek kadarda aşağılık biri olduğunu söyleyebilir

.Bu olayın kahramanlarından biri olan Gamze ÖZÇELİK’ İNDE mahkemeye boynunda ALLAH yazılı kolyeyle gelmesi ve mahkemeden sonra gittiği umreyi televizyonlara reklâm yapması bize onunda aslında cinsel eşinden hiçte aşağı kalmadığını, onunla aynı sorumluluğa sahip olduğunu gösterir.

İfadenin devamından rahatça anlaşılabileceği gibi “teknoloji kurbanı” olduğunu iddia eden biriyle karşı karşıyayız.

Cep telefonundan video çekmenin ve internete amatör video(youtube v.b) yüklemenin şimdiki gibi popüler olmadığı dönemde bu eylemleri gerçekleştirebilen birinin teknoloji kurbanı olmasını iddia etmesini yalancılıktan başka bir şeyle açıklanamaz

Şimdi gelelim ifadedeki benim en sevdiğim bölüme.“Âşık olduğum kadına tecavüz etmem”

Bu ifade üzerinde biraz düşünüldüğünde adamın romantik olduğu söylenebilir.

Mum ışığıyla, pırlantayla, şampanyayla v.b. özdeşleşen romantizm kavramının bu olaya alet edilmesinden hiç gocunmadım. Çünkü bence romantizm tecavüzü gönül rızasıyla yapmanın ön safhasıdır.

Bizim kültürümüzün çoğu yerinde Mevla ya olan aşka ulaşmak için Leyla ya olan aşkı kullanıldığını çokça okumuş ve işitmişizdir. Hem bu nedenle hem de kendimde de hatırası bulunduğundan, aşk gibi ulvi bir kavramı tecavüzle birlikte kullanmasından rahatsız oldum.

Bu ifadeyi veren Gökhan DEMİRKOL hakkında google yaptığım basit araştırma neticesinde şahsın Darülşafaka Lisesi mezunu bir basketbolcu olduğunu öğrendim.

Bildiğim kadarıyla Darülşafaka Lisesi devletimizin Osmanlıdan miras aldığı güzide ve tarihi bir eğitim kurumudur. Bu okulda yetim ve muhtaç çocuklara anasınıfından başlayarak eğitim verilir. Devlet buradaki çocuklara hem analık hem babalık yapmakta, üniversite sınavında ek kontenjan vermekte, memuriyette ve askeriyede öncelik sağlamaktadır.

Yani bu okul, daha düne kadar hali içler acısı olan çocuk yuvalarıyla karıştırılmamalıdır. Bu okul mezunu çocuklar 18 yaşından sonra sokağa atılmazlar. Bu çocuklar iş sahibi olana ve aile kurana kadar devletimizin pozitif ayrımcılığına uğrarlar. Darülşafaka Lisesinin cumhuriyetten sonraki ünlü mezunlarına bakacak olursak yazar Aziz NESİN, ilk nü ressamımız Kasımpaşalı HİLMİ, 28 Şubat döneminin oldukça aktif olan şimdinin emekli orgenerallerden OYAK holding genel müdürü olan Coşkun ULUSOY gibi isimlerine rastlarız. İşte size ahlak verilmeden sırf eğitim verilerek yetiştirilen iğrenç ve sayısı hiçte az olmayan iğrenç örneklerden birkaçı daha.

Darülşafaka Lisesinin Osmanlıdaki görevini bakıldığında ise ismini Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye olduğu ve savaşlardaki yetim kalan çocukları alıp devşirip devlete kazandırılıp halkın yararına kullanıldığı görülür. Bu okulun Osmanlı devrinde verdiği ünlü mezunlara bakacak olursak Mimar SİNAN, Piri REİS ve Sokullu MEHMED Paşa gibi isimlere rastlarız.

İşte sizi aynı kurumun 2 ayrı devirde verdiği mezun örnekleri. Varın karşılaştırmayı siz yapın

İfademize geri dönecek olursak. Cümleyi tümüyle birlikte incelediğimizde devletimizin meşru gördüğü Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, milliyetçi, teknolojiyi aktif şekilde kullanabilen, yalan söyleyebilen, romantik, aşkı batı fikriyle anlayan, iyi eğitim aldığı hissini veren, aldığı bu kötü eğitimi de kız düşürmek için kullanan, dini bilmeyen, uygulamayan ama gerektiğinde dini kavramları kullanabilen ve onlar üzerinden yemin edebilen (işi bilmeyen, işe gitmeyen ama gerektiğinde işe giden), insan tipi ortaya çıkar.

Bu yazıyı yazarken aklıma ilkokul yılların geldi. Ben ilkokulu şişlide bir devlet okulunda okudum.4.sınıf itibariyle okumuz ikili öğretimi (halk arasında sabahçı öğlenci tarifesini)bırakıp tekli öğretime geçmişti. Bu geçiş neticesinde okuluma 100 m uzaklıkta olan özel bir ilkokulun öğrencileriyle çıkış saatlerimiz çakışır olmuştu.

Bu zengin çocuklar okuldan arası üç dakika yürüme mesafesinde olan servislerine, aynı okulda arkadaşları olan kızların arkasından koşup eteklerini kaldırıp kıçlarına şaplaklar atarak, kahkahalar eşliğinde oynaşarak binelerdi. On yaşındaki çocuklarının bu hareketleri hangi cinsel dürtülerle yaptıklarını bilmiyorum. Ama şunu biliyorum ki; on yaşlarında bunları yapanlar otuz yaşlarına gelince de bu hareketi tecavüz kadar ilerletip hatta videoyla sabitlerler. İnsan yedisinde neyse otuz yedisinde yetmiş yedisinde odur diye buna denir.

Tavsiye: İleride üniversitelerde akademik kariyer yapmayı, askeriyeye girmeye, devlete memur olmayı hedefleyen arkadaşlara, siyasi görüşleri veya ideolojileri sorulduğunda, yukarıdaki tecavüzcü adamın ifadelerinden yapacakları bazı çıkarımların onlara çok yardımcı olacağını düşünüyorum.

Sesleniş: Buradan Ergenekon sanıklarına seslenmek istiyorum. Yukarıdaki basketbolcunun ifadesine biraz daha dini öğeler katarlarsa eminim ki ya tahliye olacaklardır yada cezalarının azalacaktır.
                                                                                                                                                        entropi

16 Ekim 2008 Perşembe

Necati Şaşmaz Şiirleri

AŞKIN NÖBETİ TUTTU


Aşkın nöbeti tuttu
Gül yüzünü görmedikçe ayılmaz
Ağzım dilini yuttu
Muhabbetin sahtesine açılmaz
Sevmeyi bilirsin
Acıyı tasayı bilmezsin lakin
Zaman davul senin mekanında
Tokmak senin elinde
Mekan hayallerinde
Hayal senin elinde
Sen istediklerinle cirit oyna
Ben isteyebileceklerimin sınırında
Volta atarım boyuna
Aşk sana oyun
Bana ibadet
Sesinin sihrine takılmış koyun
Bulamaz ülkende bir gülüş saadet

SEN VE DİKEN

Eteğinde olsa elim
Farzet ki bir dikenim
Zarar veremem sana...
İzin ver ki
Senle olmaktan
Mutlansın, sevinsin can.
Kokunu tatsın ruhum,
Kimse bilmesin senle olduğumu,
İstersen çıkar at beni.
Parmaklarından içtiğim bûseyle
Avuturum gönlümü

SESİN

Kimbilir hangi kıyıda sen?
Şarkılar mırıldanarak gezersin! ...
Susadığım sesin,
Yine hangi denize karıştı?
Avcılara sormalı seni.
Balıkları böyle sarhoş eden kim? ..
Muhammed Necati Şaşmaz

8 Ekim 2008 Çarşamba

SÖYLESEM TESİRİ YOK,SUSSAM GÖNÜL RAZI DEĞİL


Beyhude gamlanma divane gönül

Cümle alemin rızkını veren vardır

Yaptığın hatayı görmüyor sanma

Kalpte gizli en derin sırları bilen vardır

Mal-ı emlakım var deyu güvenme

Arkam var deyu dayanma

Sırt üstü insanı yere varan vardır

Beyhude gamlanma divane gönül

Cümle alemin rızkını veren vardır

Derdime vakıf değil canan

Beni handan bilir

Hakkı vardır şad olanlar

Herkesi şadan bilir

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil

Çektiğim alamı bir ben birde Allah’ım bilir
Fuzuli

6 Ekim 2008 Pazartesi

Bizde şehit olsak kıyamet mi kopar?

Namık KEMAL unutulmaz eseri Vatan yahut Silistreden Abdullah Çavuş

4 Ekim 2008 Cumartesi

Can Dündarın Mustafa'sı

Can Dündar bunu nasıl becerdi bilmem ama tavşan dışkısı gibi ne kokar ne bulaşır, nev-i şahsına münhasır bir kişiliktir.

Babasının eski mit mensubu olmasından sanırım Türkiye’de her kişiyle ilgili belgelere rahatlıkla ulaşabilir ve rahatlıkla belgesel çekebilir.

Can Dündar hem Atatürk’le ilgili hem Ahmet Kaya ile ilgili hem de Said Nursi ilgili belgesel çekmiş ve çekebilecek tek insandır bu ülkede. Ankara’ya gitse Genelkurmayın arşivlerine rahatlıkla girebilir oradan çıkıp Barla’ya gitse Said Nursi’nin şahsi eşyalarını inceleyebilir ve hatta 45 yıldır bu davaya hizmet etmiş müritlerin bile el dahi sürülmediği 1950 model Chevrolet'ini bile çalıştırabilir. Sanırım “solcu ama adam gibi adam” unvanının kaymağı bu olsa gerek.

Deniz Baykal’ın “belgeseli beğenmedim” açıklamasına kadar, yukarıda saydığım nedenlerden dolayı pek fazla ısınamadığım tavşan dışkısı, bitaraf Can Dündar ağabeyimizin Mustafa belgeseline gitmeye pek niyetim yoktu. Ama Baykal beyin bu açıklamasından sonra gitmek boynumun borcu oldu ve gitmeye karar verdim.

Baykal’ın beğenmediği bu belgeseli hangi sinemada izleyeceğimde çok önemliydi. Seyircinin tepkisi daha rahat algılayabilmek için Kemalistlerin bolca bulunduğu İstanbul’umuzun CHP kokan Kadıköy ilçesinde izlemeye karar verdim. Atatürkçü Düşünce Derneğini tam karşısında bulunan bir sinemaya denk gelmekte Allahın bana bir lütfu olsa gerek dedim ve Altıyolda, boğa heykelinin 200 m kadar yukarısındaki Moda yokuşundaki bir sinemaya bilet aldım.

Belgesele gitmeye pazartesiye denk getirmemin tek sebebi sevgili cep telefonu operatörümün kampanyasından başka bir şey değildi elbette. Kampanyayı bilenler yanlış anlamasın belgesele maalesef her zamanki gibi bir erkek arkadaşımla yani iki sap gitmek zorunda kaldım.

Sinemadaki insan portföylerinden biraz bahsetmek gerekirse.30-40 kadar okullarından öğretmenleriyle gelmiş ortaokul çocuğu, sakalsız bıyıksız parlak derili Kemalist amcalar, cumhuriyetin en büyük neferlerinden olan ve yüzlerinde benim odayı badana edebilecek kadar boya bulunan ve sinemadaki her sahneye sesli yorum yapan menopozlu kokana teyzeler, koltuk altlarında cumhuriyet gazetesi olan ve kendini entelektüel zanneden gençler, ağzında bulunan bir haftalık sakızı dahi sesli çiğneyebilen eski açık kız kuruları(taktığı başörtünün hakkını veremeyen kızlar için arkadaşlar arasında bahsi geçtiğinde gülmek için benim uydurmuş olduğum bir terim, ayriyeten maça idenler bilirler bazı statlarda kale arkası için verilen isim),sevgilisiyle ele ele belgesel izleyen gençler ve ben ile arkadaşım Ahmet.

Sinemanın otuzuncu dakikası dolmak üzereyken yukarıda bahsi geçen bazı amcalar ve teyzeler kaldıramadıkları bazı acı gerçeklerden dolayı salonu oflayarak terk ederlerken, arkaları dönerek bize de “hadi sizde çıksanıza Atatürk elden gidiyor” bakışı attılar.

Belgesele gelecek olursak.

Belgesel Atatürk’ün insan yönü anlatılmış. Osmanlı Selanik’i kaybedene kadar sürekli memleketine dönme isteği. Annesine olan özlemi. Kuleli askeri lisesinden kalma Raks sanatçısı Monaya olan aşkı. Latife ile Fikriye’yi ikisini birden idare etme isteği ve ikisini de kaybedişi. Karanlık odada yatamayışı. Son günlerinde vuku bulan ölüm korkusu. Sigara,kahve ve içki gibi vücuda anlık keyifler veren maddelere düşkünlük vb özellikleriyle ilk kez insan Atatürk anlatılmış.

Belgeselde işlene temel konulardan biri Atatürk yalnız bir insan oluşu. Ama bir farkla; şu ana kadar son günlerinde yalnız olduğumu sandığımız Atatürk aslında hayatı boyunca yalnızmış da haberimiz yokmuş. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim bir devrimci için bu yalnızlık gayet normal.

Belgesel Atatürk’ün çok iyi seçilmiş eski fotoğraflarıyla ve Rumeli türküleri ezgileriyle dolu. Bu fotoğraflarda ilk dikkatimi çeken Atatürk’ün ilk zamanlar bıyıklı oluşu, Milli birliği sağlama aşamasında halk desteği alamayacağını anlayınca sakal bırakışı ve arkasından aldığı halk desteği. Devrimleri yaptıktan sonra ise hem sakal hem de bıyıklarını kesip şimdiki Kemalist amcalara benzeyişi.

Bu belgeselde dikkat çeken unsurlardan biride Vahdettin bahsi sanırım. “Bu kadına haddini bildirin” sözü ile hatırlayacağım Ecevetin de ölmeden evvel dediği gibi “Vahdettin hain olmadığı ve Atatürk’ü Samsun’a bizzat kendi gönderdi” gerçeği de ortaya çıkıyor.

Belgeselde Atatürk’ün devrimci yönü vurgulanmış. Milli birliği sağlarken yanını şehleri, hocaları ve kanat önderlerini alan Atatürk’ün ülke düşmanlardan kurtulduktan sonra, devrimleri yaparken bu kesimleri nasıl bir kalemde silişi, onlara rağmen kısa sürede kağıt üstünde yaptığı devrimi halkında benimsemiş olduğu yanılgısına düşmüş olduğu anlatılmıştır.

Belgeseli izlerken beni en çok etkileyen husus ise Atatürk’ün isteği ile Cumhuriyet gazetesi vasıtası ile başörtüsü bile değil çarşaf giyen bir halktan iki senede güzellik kraliçesi çıkartılmış ve bu kraliçeye askılı yarı çıplak bir elbise giydirilmiş olmasıdır. Bu sahneyi görünce şimdiki Kemalistlerin “İran gibi olacağız çarşafa gireceğiz” yakınmaları aklıma geldi. Aslında bu topraklarda seksen sene evvel tam tersi olmuş yani iki yılda Anadolu halkı çarşaftan yarı çıplaklığa geçmiş.

Belgeselde önemli bir hususta Türk tarih kurumunun yayınladığı Atatürk tarafından kaleme alınan Milli Birlik kitabının eksik iki sayfasının da yayınlanmasıdır. Genelkurmayın Atatürk ile ilgili tüm bilgileri içeren ATASE arşivlerinden Can Dündar tarafından bulunmuş olan bu iki sayfada; Atatürk’ün “İslâmiyet’in milli bağları gevşettiği, milli hisleri uyuşturduğuna inanıyorum ve bu nedenle iktidarı gökyüzünden, yeryüzüne indiriyorum” ifadesi ile birlikte Kürtlere demokratik özerlik sözü verdiğinin ortaya çıkmıştır.

Sanırım bu ülkede endişe etmekten, gerçekleri görmediğimizin bir kanıta da bu olsa gerek.

Belgeseli izleyince şu kanıya vardım ki; Aslında Atatürk’ün kendini sevdirmek gibi bir kaygısı yok ama şimdikilerin ve o zamanki etrafında bulunan dalkavukların böyle bir kaygısı var

Filmde izleyen insanları 3 kategoriye ayırabiliriz.1 kategori Atatürk’ün bu özelliklerini bilen ve bilinmesini istemeyenler.2. kategori Atatürk’ün bu özelliklerini bilen ve bilinmesini isteyenler.3 kategori ise Atatürk’ün bu özelliklerini bilmeyen ve belgeseli izleyince şaşıranlar. İlk 2 kitleyi kısmen entelektüel, 3. kitleyi ise kısmen avam kitle olarak tanımlayabiliriz

Belgesel çıkışında ise fazladan neredeyse hiçbir bilgi almadan çıktım. Bildiklerimi tekrarladım anlayacağınız.

Bu arada Can Dündar’da servetine servet kattı haberiniz olsun

15 Kasım 2008
entropi

27 Eylül 2008 Cumartesi

Canım İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…
Necip Fazıl KISAKÜRAK

İlk Günah


İlk ben aşık oldum bizim çocuklar arasında.

Annemi, memleketi, evimi özlemeden uykusuz geçirdiğim ilk geceydi. Ürkek duyguların gelgitleriyle geçirdiğim bitimsiz bir geceydi. Yüzünü ilk gördüğüm andan beri peşimi bırakmayan içine günahın sindiği heyecan. Sabahları önce ben kalkmaya başladım.

Kısacık saçlarımın uzaması için her sabah içtenlikli dualar ettim. Saçların üç numara kesilmesinin totaliterliğini hiç unutmadım o günden sonra.. Arka cebimde niye taşıyorsam bilmem, hiç yanımdan eksik etmediğim tarağım ve olur ki bir gün buluşursak, boynuma takacağım isminin baş harfini yazdığı kolyem. Acaba ucuz bir şey olduğu o kadar belli oluyor muydu? Okula gittiğin durağın önünde bir o yana bir bu yana yürümelerim başlardı sonra. Ve kan ter içinde geri dönüşüm.

İlk sigaram ciğerlerime doluştuğunda seni düşünüyordum.

Uzun etekler giymeye başlamışsın mesela, belki başörtüsü bile. Anneme gidiyoruz. Ezan sesiyle birlikte, sigara dumanıyla yolculuyordum hayalini, yatakhanenin arka bahçesinde.

İlk kot pantolon giyen bendim, bizim çocuklar arasında.

Yemeden içmeden aldığım biriktirdiğim parayla satın aldığım kot pantolonu, bir devrim isyanını taşır gibi giydim üzerime. İki beden bol, koyu gri kumaş pantolonların, lacivert süveterlerin arasında, serseri adımlarımı çoğaltıyordum. Hafta sonunda uzun kararsızlıkların arasında giriverdim senin gittiğin kafeye. Uzlaşmacılığın ve sapmanın ahlaki değerlere aykırılığı üzerine sloganları defterimin sayfa aralarında kaybettim. Capuccino içmedim belki içkidir, belki günahtır diye. Yanındakilerden biri olsaydım, sınıfındakilerden, okulundakilerden, hiç olmasa her sabah aynı otobüse binenlerden biri. Örtünmek hiç aklına geliyor mudur acaba?

İlk günahkâr ben oldum, bizim çocuklar arasında.

Senin gözlerindeki kuyulara yuvarlandım, ateş senin saçlarındı. Beni fark etmediğin her gün bir yanım daha sancıyordu. Belki de gözlerine bakmanın günahıydı, kurduğum hayallerin bedeliydi üzerimde gezinen süzinak hüzünler.

İlk ben aşık oldum, bizim çocuklar arasında,

İlk günah benimdi...

Tarık TUFAN

Ölen Kızlar İçin Ninni

“Konya’daki Kur’an kursundan gökyüzüne kanatlanan kızlara”
Uyuyun çocuklar. Sabah olacak.
Bir yanınızda Felak, diğer yanınızda Nas, kanat çırpacaksınız gökyüzüne. Kötülük değmeyecek güzel gözlerinize, öfke değmeyecek, kıskançlık, nazar, vesvese, ipe üflenen büyüler, inciten bakışlar değmeyecek artık. Ne gecenin ne kem gözlerin şerri değecek soluklarınıza.
Size kötülük yok bundan böyle.
Üçüncü sayfalar, hukuki raporlar, Tanrı gibi konuşanlar, yönetmelikler, ulu hocalar, havasız odalar, uykusuzluk, çağdaş yaşam parodileri, kirli sarıya boyanmış soğuk binaların girişine asılan duyurular, kokmuş peynirler, eksik ezberler, “o kitapları okuma” lar da yok.
Uyuyun çocuklar. Sabah olacak.
Bir adam da sizin için gelecek bu şehre koşarak.
Sizin “elif”leriniz için, “be” leriniz, “te” leriniz için gelecek bu şehre koşarak. Elifbalarınızın yaldızlarından melekler saçılacak şehrimize.
Bir adam şehre gelince “Yasin” sükûnetine kavuşacağız. Hafta sonu dergilerinin kapakları buhar olacak birden. Cuma öğleden sonraki borsa seansları, “az sonra haber bültenimizle karşınızda olacağızlar, solaryum bronzlukları, kişisel gelişim kitapları, yoga seminerleri de iptal olacak o adam gelince.
Birden, bir çocuk kırkıncı gününe gelmeden, kırk Yasin-i Şerif okunmuş evlerin camlarından, derin nefesler eşliğinde, gözler kutsallıkla kapanarak, aynı kutsallık ağızlarımızda mırıltıya dönüşerek kırk Kulhu, kırk da Elham okunacak sizin için.
Uyuyun çocuklar. Sabah olacak.
Anneniz gelecek ilk dersten önce. Size iğne oyalı yemeniler, dans ederken dönen fırfırlı elbiseler, bol resimli dergiler, kokusu üzerinde kekler getirecek. Size hayır duaları, üç yaşından beri üstüne koyulan çeyizler getirecek.
Anneniz gelecek sabah erkenden.
Size “elhamdülillah”lar, “maşallah”lar, “suphanallah”lar ve bol bol nazar duaları getirecek.
Babanız gelecek bir de doğru söylüyorum.
Paketli dondurmalardan getirecek koşarak. Dondurmalar erimesin ya ondan!
Babanız gelecek kızlar. Size doyasıya sarılmalar getirecek. Bayram sabahları, piknik yolculukları, eve erken gelmeler, kırmızı ayakkabılar, “o vitrindeki elbise”yi, “o arkadaşınızdaki cep telefonu” getirecek.
Uyuyun çocuklar. Sabah olacak.
Mışıl mışıl uyuyun. Sabah olacak.


Tarık TUFAN
Mahallede aşağılanıp, horlanan çelimsiz çocuklar gibiyim. Oyunlara ancak adam eksik olduğunda kabul edilen beceriksiz çocuklar gibi.Hayata katılmakta güçlük çekiyorum.
Tarık TUFAN
Şimdi yaşamak, ucuz ekmek kuyruğunda bekleyen bir genç kızın saklamaya çalıştığı yüzüdür. Şimdi yaşamak, bebeğini terkeden bir kadının göğüslerinden akan hüzündür!
Tarık TUFAN
Ben bir iç tehdidim doktor, dış ülke parmağıyım, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacınız olduğu dönemde ortaya çıkan belayım, fitneyim. Artık kâbusunuzum doktor. Arabanıza üşüşen selpakçı çocuğum, büronuza gelen, leş gibi ter kokan işçiyim, mahallenize nereden dadandığı belli olmayan deliyim.
Tarık TUFAN
Kudüs sokaklarından kalma öfkelerim var. Bir kadının tülbendine dizi dizi isleyip de, kimsenin yüzüne söyleyemediği öfkeleri gibi.
Tarık TUFAN
Kudüs sokaklarından kalma öfkelerim var. Bir kadının tülbendine dizi dizi isleyip de, kimsenin yüzüne söyleyemediği öfkeleri gibi.

Tarık TUFAN

Nisan Yüzlü Sevgilim...


Sana söyleyecek bir şeyim kalmadı. Artık hiçbir cümleyi tamamlayacak gücüm yok. Belki utanç, belki yılgınlık bütün kelimelerimi alıp götürüyor. Nisan saldırıyor üzerime sevgilim. Nisan çalıyor bütün sözcüklerimi. Yüzünde parlayan güneş bir anda kaçıp, yaşlar boşalıyor gözlerinden. Ben nisan şaşkınlığında yitiriyorum öykünün geri kalan kısmını.

Nasıl bitiyordu? — İyiler nereye gittiler?

Kadınlar ve çocuklar nasıl kurtulacaklar? Bir yağmur böylesine nasıl savurabilir bir insanı? Yağmur değil sevgilim, gözlerinden baktığımdan bu yana darmadağın üstüm başım. Saçlarında biriken kelebek kanatlarını talan ettiklerinden bu yana utanç kemiriyor kalbimi. Saçlarını işgal ettiklerinde kaçtığım sokaklarda düşürdüm şahdamarımı.

Şimdi yaşamak, ucuz ekmek kuyruğunda bekleyen bir genç kızın saklamaya çalıştığı yüzüdür.

Nisan yığılıyor üzerime sevgilim.

Ansızın yağan bir yağmurun, avuçlarından düşen ölü kuşları topluyorum, sokak aralarında. Hiç bu kadar kimsesiz olmamıştım. Hiç bu kadar sensizlik akmamıştı damarlarımda. Böylesi bir yoksulluğa düşüşüm ilk kez.

Buralardan git istersen nisan yüzlü sevgilim. İstersen buralardan git. Sana söyleyebilecek hiçbir şeyim kalmadı. Kaçamak sözlerle gizliyorum utancımı. Kimsesizliğimi kalabalık cümlelerde saklıyorum. Saçlarını işgal ettiklerinden beri yürümüyorum bu sokakları. Ölü savaşçıların cesaretinden merhamet dileniyorum.
İstersen git ve cesur bir kalbin ovalarında yürü. Cesur bir kalbin sabah rüzgârında saçların dağılsın.

Sana gözlerimde izi kalan son hayallerini vereceğim.

Sana parmak uçlarımda kalan son duamı vereceğim.

Sana kirpiklerimde takılı son bakışlarını vereceğim.

İstersen artık git ve ben bir nisan gecesinin acımasızlığında, asla baştan sona söyleyemediğim bir dağ türküsünün sözlerine bırakayım kendimi. Sokaklara düşmüş kadınların heveslerinde yakayım kalbimi.

Nisan yüzlü sevgilim.

Ben bir çay bardağına sığınıyorum şimdilerde. Kahvede oturan yaşlı adamın filtresiz sigarasından yükselen dumana sığınıyorum. Caddenin kenarında bekleşen amelelerin, dirsekleri aşınmış berbat renkli ceketlerine mesela. Böylesi küçük, böylesi gözden uzak şeylere sığınıyorum anlayacağın. Savrulan hayatların, kimselerin görmediği küçük ayrıntılarına. Gösterişsiz yaşam öykülerinin korunaklı yalnızlığına bırakıyorum kendimi.

Konuşmak yaralarımı acıtıyor. Konuşmak bir ip gibi boynuma dolanıyor. Dilim dolanıyor bu sıralar. Sana söyleyebilecek bir şeyim kalmadı. Aylardan nisan.

Dışarıda deli gibi bir yağmur, hazırlıksız yakalıyor herkesi.

Beklenmedik bir rüzgâr sürüklüyor ne varsa önünde.

Ben bir rüzgârda sürükleniyorum.

Konuşmak yoruyor.

Dışarıda yağmur var ve gitmek için iyi bir gün.

Yağmur var ve her şeyi gizlemek için iyi bir gün.

Nisan üzerime yığılıyor sevgilim.

Ben...

Veda etmeye çalışıyorum...

Hepsi bu...

Tarık TUFAN
Adalet güzeldir. Fakat idarecilerde olursa, daha güzeldir. Cömertlik güzeldir. Fakat zenginlerde olursa daha güzeldir. Dinde titizlik güzeldir. Fakat alimlerde olursa daha güzeldir. Sabır güzeldir. Fakat fakirlerde olursa daha güzeldir. Tövbe güzeldir. Fakat gençlerde olursa daha güzeldir. Utanma duygusu (haya) güzeldir. Fakat kadınlarda olursa daha güzeldir.
[Hadis-i Şerif (Deylemi).]

amerika sen busun orospu cocugusun

-giriş-

amerika sen busun, orospu çocuğusun

bitmeyen bir bitmeyen iki bitmeyen üç

buluşlu çok uluslu çok egemen çok yapışkan

birdenbire politik birdenbire bomba

ve havariyyun son yemekte son dansta

mister sean penn ne işin var iranda

adam kameraya bakmayı biliyor

bundan sebep kürtçe öğreniyor

her şey sahte bir sahte iki sahte üç

allahın hakkı gibi de düşünebiliriz demek ki

condaliza su böreği yapmayı öğrense

ne alakası var demeyin erzurumun air forcela


-gelişme-


tamam peki on bir eylül tamam peki usame

tamam peki müdahale tamam peki felluce

tamam peki chavez tamam peki kum mollaları

tamam peki eminem tamam peki hispanik

şimdi durup düşünelim şimdi kimyevi gübreden bomba yapmayı ölmeseler bile üstleri başları anladınız mı espri anlayışı var adamların süper heroları porno dükkanları yeşil kartları özkökleri çandarları çandarlı halil paşa çıkarıp masanın üstüne aman allah ben ne diyorum türk şiiri politiktir türk şiiri düz ayak yazılmaktadır kızgındır türk şiiri tamam peki bomba tamam peki güneş enerjisiyle çalışan telekinezi uzmanları

erzurum üzerinden tahran, tahran üzerinden türkiye anlamadınız mı sayın başbakan

siz anlayana kadar atlar ve atı alanlar üsküdardan ulan ben kızkulesine bakarak

kızkulesinin herasına leandrosuna bakarak küfür sallayan kızgın adamım kemal tahirim bir bakıma, bir bakıma otuz yaşındayım, ismet özelim anlayana


meseleye dönelim meseleye dönelim meseleye dönelim müslüm gürses sen o çıtkırıldım herifle raks ederken yalılarda, amerika bitirecek dünyamızı

hümanist olalım müslüm baba yeni rakı bulalım beyaz peynir ve kavun polatlıdan alalım kavunları, ensesi siyah ve yağlı çocuklardan alalım

bizi kandırmalarına izin verelim tartıda hile yapsınlar o çocuklardan alalım


-ciddi gelişme-


los angeles clippersı çılgınca destekleyen bir avuç yeni yetme gibi uyandım

kafam zonkluyordu jimin yerinde içtiğim üçüncü sınıf zeytinli tekilalardan

kendimi tanıtmama izin verin: bendeniz birinci sınıf deniz piyadesi morrison

adalet savaşçısı büyük ordumuzun adalet dağıtan şerefli bir üyesi öyleydim yani eskiden şimdi bir barda ölmeye çabalayan bir barda bir barbar

beyaz tenli beyaz topuklu beyaz kızları babalarının önünde çok beyaz michael, jackson, elton, john ve ben, çok beyaz çok barbar çok şizofren

ah sevgili dostlarım böyle anlatmamışlardı ki bize üç kralda orayı

bir akşam, çölde bir akşam, kızgın çölde bir akşam, kızgın kumlu çölde bir akşam

lanet olsun dostum tam da müthiş bir partinin orta yerinde tam da flash royal

birdendire flash, birdenbire hastane ve uzun bacaklı amerikan hemşireleri

şimdi bir barda bir barbar, bacağı yok, sevgilisi yok, umudu yok bir barda bir barbar

lanet olsun dostum ha, barış ve adalet götürmeye gitmişken, lanet olsun o çöle


-sonuç-


amerika sen busun, orospu çocuğusun!


İsmail KILIÇARSLAN

26 Eylül 2008 Cuma

Güneşim, ayım geldi.
Gözüm, kulağım geldi.
Gümüş bedenlim geldi

Altın madenim geldi.
Başımın sarhoşluğu geldi
Gözümün nuru geldi.

Başka bir şey dilediysem.
İşte o başka bir şeyim geldi.

Yolumu vuran geldi.
Tövbemi bozan geldi.
Gümüş bedenli güzel,
Kapımdan ansızın çıka geldi
Mevlana(Şemsin Konya'ya geri gelişi üzerine yazdığı şiir)

Bu Ülkeden Nefret Etmeyeceğim Sayın Başkan

Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. O sevimsiz bakışından bile.Ben burada doğdum. Ankara’da, bin yıllık bozkırın tam da ortasında.Dedemin havuç tarlaları var ve Çanakkale’de savaşan babasını anlatarak“ya hak, ya hayyül kayyum” diyerek sallıyor çapasını. Namaza gidiyor,ezan okununca düğmesine basılmış gibi şapkasını ters çevirip namaza gidiyor. Kara Davut, Hayatüs Sahabe, Delailül Hayrat okuyarak. Zekâtını kıtı kıtına öşürünü, zekâtını, sadakasını kıtı kıtına, vergisini tam tamına dedem

Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Başaramayacaksın bunu.Enver, Talat, Cemal, Yakup Cemil, İsmet ve diğerleri başaramadıysa nasılsen de başaramayacaksın sayın başkan, Sevgilimin elini tutup,elini tutup sevgilime başörtüler alacağım. Yasinler okuyacağım dara düşünce yasinler okuyacağım. Sen bilmezsin inşirah okuyacağım, istihare yapacağım. Sonra arkadaşlarla bir araya gelip Sezai Bey, İsmet Özel, Nuri Pakdil falan. Sonra arkadaşlarla bir araya gelip tehlikeli uyruklarımızla belki “Allah” diyeceğiz.
Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Apoletlerinden nefret etmeyeceğim. Koşa koşa gittiğin Amerikadan ama nefret nefret nefret edeceğim her zaman.
Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Sevgilimin elini tutup,elini tutup sevgilimle sinemalara, kitapçılara, balıkçılara gideceğim.İçmeyeceğim, zihnim açık olacak, dişlerimi sıkacağım. Türkçe konuşacağım. Sahi sen en çok, zihnimin açık, dilimin Türkçe olmasından korkuyorsun değil mi?
Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Benim param yok.Kalanlara peruk taksınlar diyerek kızımı. Bilmem nereyesekreterimle, metresimle, basın danışmanımla kırıştıramam.Motosikletim yok, egemen değilim, bağışlamaz beni halkAh, sahi, biz halkız sayın başkan, tâbi olanız, silah altına alınanız
Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Oy vermeyeceğim,aile planlamasına inanmayacağım, ucuz prezervatif dağıtmana dil uzatacağım. Dil uzatacağım senden ölümüne korkan, gölgesinden korkan o yavşaklara. Kızacağım sayın başkan, tıpkı senin şimdi bana kızdığın gibi işte bunu okudukça
Bu ülkeden nefret etmeyeceğim sayın başkan. Vazgeçmeyeceğim sevgilimden. Vazgeçmeyeceğim dedemin anlattığı Ali, Hamza, Muhammed, İsa, Musa ve Yusuftan

İsmail KILIÇASLAN

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse

Beceriksiz adımlarla yürüyen bir kıza rastlarsanız. Sanki düşecekmiş gibi, sanki ayakları birbirine dolaşacakmış gibi, bir yere takılacakmış gibi. Merdiven kollarını sıkı sıkı tutuyorsa. Aceleyle yürüyorsa mesala. Kalkacak son vapuru son trene yetişecekmiş gibi hızı atıyorsa adımlarını. Yere, toprağı incitecekmiş gibi basıyorsa, yer çatlayacakmış gibi ürkek atıyorsa adımlarını. Şaşkınsa bir masaldan şehre düşmüş gibi.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse

Utangaç bir kız yüzüyle karşılaşırsanız, başını yerden kaldırmıyorsa. Gözlerine hüzün düşmüşse. Karanlık değmişse bakışlarına. Gece gökyüzünü seyretmekten ay ışığının izi kalmışsa yüzünde. Gözlerinden yıldızlar dökülüyorsa mesela. Nereye baktığı anlaşılmıyorsa.
Her şey gözlerinde kayboluyorsa. Kirpiklerine yakamozlar takılmışsa. Gözleri denize bakan bir balıkçının gözleri gibiyse.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse

Genç gürültülerin arasında sessiz bir kıza rastlarsanız, kalabalığın ortasında bir sükût yürüyorsa. Tam konuşacakken dudakları titriyorsa, saklaması gereken bir sırrı taşıyormuş gibi. Bir ortaçağ bilgesinin susuşu gibiyse sessizliği. Henüz evrenin yaratılmadığı zamanlardan kalma bir sükûtsa mesela. Bir Hint hikâyesinin tanrısal suskunluğunu taşıyorsa.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse

Saçlarını taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanız. Konuşurken saçlarını savurmuyorsa. Sıkı sıkıya tokalarla yapıştırmışsa saçlarını. Uyumsuz kıyafetler varsa üzerinde. Yakıştırmamışsa giydiklerini. Güzelliğinden utanıyorsa mesela. Yaz sıcağında boğazlı bir kazak giymişse. Bir pardösü giyip yün bir başlık takmışsa kafasına. Ya da modası geçmiş bir şapka takıyorsa. Ellerini sürekli başına götürüyorsa, saçlarını tıkıştırıyorsa şapkasından içeri. Ürkekse, bir başınaysa… Bilin ki o kız, başörtülü bir kızdır. Bilin ki, bir kez daha kaybetmişizdir


Tarık TUFAN

Bağlanmayacaksın

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın.
Ucundan tutarak...
CAN YÜCEL